Ömer F.Kurhan ve Hilmi Bulunmaz’ın Yazdıkları Üzerine
Şu son günlerde Ömer Faruk Kurhan ve Hilmi Bulunmaz olmasa, okunmuyorum
sanacağım(!) Ömer F.Kurhan yazılarımın
üstüne yazıları, yorumları; Hilmi Bulunmaz
da hak etmediğim ve de bu kadar fazlası sanki aynı taraftanmışız sanılacak
kadar cömert övgüleri ile “var” olduğumu gösteriyor. Hilmi Bulunmaz’ın
yazdıklarına cevap yazsam “beni öveni okuyun” anlamı çıkacak o nedenle de
çekiniyorum. Ancak şunu da belirtmem gerekir ki Hilmi Bulunmaz, yazdıklarımı ön
plana çıkarırken bu arada kendi düşüncelerini de araya sıkıştırıyor.
“Kullanılış biçimim”den her zaman memnun kalmıyorum. Ama ikisi de sağ
olsun. Zira bu vesile ile her ikisi de yüzüme ayna tutmuş oluyorlar.
Ömer F.Kurhan ile Hilmi Bulunmaz mahkemede bile yan yana gelmiyor ama benim yazımda gelmelerinde BENCE sakınca yok. Yan yana geldiler diye davalarından vazgeçtiler anlamı çıkmaz aynen benim de onlardan biri ile yan yana gelmem ötekine karşıyım ya da yanında olduğumun tarafındanmışım gibi anlaşılmayacağı gibi. Tabii ki “makul” düşünenler için geçerli bu söylediklerim. “Senaryo yazmaya” meraklılar ya da “öyle gösterme niyetinde olanlar” istediklerini yazabilir.
Ömer F.Kurhan arka arkaya iki yazı yazmış. Melih
Anık’ın Oyun Atölyesi ve Tiyatronline’a İtirazları ve Melih
Anık-Üstün Akmen Tartışması Vesilesiyle / 3 . Bu arada blogumdaki yazının
altına da yorumlar yapmış. Ben de cevapladım. ( Oyun
Atölyesi ! Özür Dile ve Bilet Paralarını İade Et!) Ancak yazdığı iki
yazının içinde cevaplamadığım hususlar var, kendimi anlatmak için bu yazıyı
yazıyorum.
Ömer F. Kurhan, yazılarımı “sert” bulmuş. Dünyada tiyatro
yazılarında “sert yazı” örneklerini eminim o da biliyordur. Benimkiler bana
göre fazla yumuşak!
“Oyun
Atölyesi ! Özür Dile ve Bilet Paralarını İade Et” ve “Tiyatronline’ın
YALAN Haberi - İki Ucu Pis Bir Değnek!” yazılarımda “haber” veriyormuşum. Oysa niyetim haber
yapmak/vermek değil. Her ikisinde de
tiyatro dünyasının sorunlarını paylaşıyorum. “Ayıplı gösteri”(yani ilân
edildiği gibi olmayan) karşısında seyircinin bilet parasını geri alma hakkı
olduğunu göstermek istiyorum. Hele o sanat eserinin sahibi oyunculuğun “bakkallık”
gibi bir meslek olduğunu söylemişse, ona onun anlayacağı dil ile sesleniyorum.
Diğer konuda da tiyatro portallerinde yayımlanan yazıya dokununca
beklemediğim bir geri plan ile karşılaştım, onu paylaşıyorum. Tiyatronline,
kendine Enka tarafından gönderildiği söylenen mesajı aynen haber olarak
yayımlamış. Haber, sahnede olmayan
oyuncuyu varmış gibi gösteriyor hem de onun performansı ile göz doldurduğunu
söylüyor. Hatta oyuncu 30 Mayıs’tan beri kadroda yokmuş, onun sahnelerini
oyundan çıkarmışlar. Ama tiyatronline’ın “haberi yok”, “haber veriyor”. Uyarınca “düzelttim” diyor ama bu kez diğer
oyuncular için “göz doldurma” devam ediyor. Haberi okuduğunuzda kaynak
belirtilmemiş olduğu için Tiyatronline, görmediği bir gösteri akşamındaki
performansın övücüsü, oyunun reklâmcısı durumuna düşüyor. Bu HABER mi? Her
ikisi de OLAY!.... olması gerekirken tiyatro dünyası başka bir yerde
“susmuyorken” buna “susuyor”. Aslına
bakarsanız bu da başka bir OLAY! Oyuncular, ülkenin Başbakanı’na bile karşı
durma gösterileri yaparken, kendi meslektaşı olan ağbi ve ablalarına, yönetmenlere,
eleştirmenlere, iş vermesi muhtemel olan salon sahiplerine, rol verebilir
yönetici ve dizi yapımcılarına, festival programına alır umuduyla yöneticilere, reklâmında oynar umuduyla
patronlara, jüri üyelerine, sponsor adaylarına
karşı dikkatle ses çıkarmayı(hatta çıkarmamayı) tercih ediyor. O konudaki bir haberi bile RT edemiyor.
Ömer F. Kurhan’ın “’Antonius ile Kleopatra’hakkındaki ithamlarını(benim),
ŞU AŞAMADA tamamen güvenilir bulmadığımı belirtmeliyim.” İfadesini “muğlak” ve
“kaçamak” bulduğumu söylemeliyim. Bir kere “itham” değil yaptığım. Ortada bir
GERÇEK var, Enobarbus YOK! “Güvenilir” olmaması yalan söylediğim anlamına mı
geliyor? ŞU AŞAMA ne olursa YENİ AŞAMA olacak? Benden beklediği nedir? Bence
takıldığı husus “oyunların farklı versiyonlarla ve kadro yapısıyla
sahnelenebileceği”. Şunu bir kez daha ve kalınca belirtmek isterim ki isteyen
istediği oyunu yapabilir. Ama oyunu bir kez oynadı mı o oyun öyle oynanmaya
devam etmelidir. Aksi halde eleştiri yazan ne yazmış, eleştiri okuyan ne okumuş
olur? En uçta sayılabilecek “avangard” oyunlar bile genel bir çizgiye sahiptir.
Örneğin tulûat tiyatrosunda her gece başka oynanıyormuş gibidir ama aslında aynı
oyun oynanır. Ömer F. Kurhan herhalde Antonius Kleopatra’da bir gece
Antonius’suz bir başka gece Kleopatra’sız oynanabileceğini söylemeyecek. Zira
söylediklerinin “uç” noktasında gelinecek nokta odur. Bir de “yeni versiyon”
diye bir şey diyor Ömer F. Kurhan. “Yeni versiyon” ne? Antonius Kleopatra oyunu Enobarbus ile başlamış, başlamayabilirdi
ama başlamış. Şimdi oyuncu kaçtı diye onun sahnelerinin çıkarılmış olduğu, Enobarbus’suz
olan oyuna “yeni versiyon” mu diyeceğiz? Bu noktada “yazımda net mesaj var” ve Ömer
F. Kurhan’ın bulamadığı mesaj bu yazının içinde yine var! Bu “ayıplı
gösteri”nin “sahneleme bakımından başarılı” olup olmadığını mı
tartışacağım? Kaldı ki Ömer F. Kurhan’a
Antonius Kleopatra’yı bir kez daha okumasını ve Enobarbus’lu sahnelerin oyun
içindeki yerini hatırlamasını öneririm. Oyun Atölyesi Prova Notları’nda o rolü
canlandıran Kevork Malikyan “Enobarbus olmasa olur” demiş de kadro onu “olmazsa
olmaz” diye ikna etmiş. Biz neyi
tartışacağız şimdi? “Seyircinin kararına saygı”dan bahseden, öncelikle onu kandırmayacak!
“Bilet parasını geri alın” demek karşı propaganda değil
“haklarınıza sahip çıkın” demektir. Ömer F. Kurhan’ın siyasi duruşu öncelikle
bu konuda yaşananları doğru teşhis ve tespit edecek kadar gelişmiştir, eminim.
Ben Oyun Atölyesi’nden nasıl bir açıklama beklediğimi bir
yazımda yazmıştım. Ondan başkasını beklemek de abes olur.
Doğrusunu isterseniz kolaylıkla yönlendir-ilebil-en bir
basın yayın ağı içindeyiz. Tiyatronun organları da bundan ayrı tutulamaz.
Konuları, yazıları öne çıkartmaktaki zamanlamalara, dengelere keşke dikkat
etmiş olsa Ömer F. Kurhan! Basın yayın konusunda “örgütlü olma”ya değer
verdiğini anladığım Ömer F. Kurhan, seyircinin hakkının peşinde koşmasına da
aynı değeri verse keşke!
İlk yazısının sonundaki
“İtirazlarının husumet edebiyatına kurban edilmemesi, tiyatromuzun
yararına olacaktır” ifadesini “Melih Anık’ın Oyun Atölyesi’ne husumeti var da
onun için böyle yapıyor diye anlamayın, söylediklerini iyi anlayın” diyor diye
anladım ben. İnşallah öyledir.
Ömer F.Kurhan diğer yazısında ise benim TEB yazılarımı
dürbünü içine almış. Bana neden TEB üyesi olmadığımı soruyor. Yani bir anlama
TEB’i eleştireceksen üyesi ol öyle eleştir diyor. Bir kurumu eleştirmek için onun üyesi olma
zorunluluğuna inanmıyorum. Eğer bu düşünceyi genişletirsek hiç kimse, bir
başkası hakkında bir şey diyemez. Çünkü sonunda herkes bir “şey”in içinde olur,
“içerden” de o kurum eleştirilemez , eleştirirsen “neden ordasın” denir zaten! Eleştirmen eleştirdiği oyunun içinde olabilir mi! Ama olayın ikinci boyutu da şu: TEB’e nasıl üye olunur? Ömer F. Kurhan
öncelikle TEB’in tüzüğünü okumalı. Tüzüğe göre “Herkes üye olabilir ama TEB
Yönetim Kurulu’nun onayına bağlıdır”
Üçüncü nokta için de TEB’in tarihçesini okumasını öneririm. 80’li
yıllardan beri var olan TEB’in şu andaki üye sayısı otuzdokuz. Yani Yaklaşık 30
sene içinde yeni eleştirmen mi çıkmamış yoksa TEB “kapalı bir kutu” olmayı mı
tercih etmiş? Yeni eleştirmen çıkmamışsa bunun kabahatinin büyükçe bir kısmı
TEB’e ait değil mi? Bu gibi üyelikler için bazı yaşlar geçtir, bazı yaşlar ise
erken ama her ikisi için de bazı yöntemleri yaratmak, kurumları yaratanların
özverisine, vizyonuna bağlıdır. Bilmek istenir diye belirtmeliyim ki ben TEB
gibi bir kurumun varlığından şikayet etmem ama doğru dürüst işletilmesi
şartıyla. TEB Başkanlık makamını hedef almam da TEB’e değer verdiğim o makamın
korunması gerektiğini düşündüğüm içindir.
İKSV’ye gelince… Ömer F. Kurhan benim yazmaya başladığımdan
beri İKSV’ye yönelik yazılarımı okumamış olmalı ki son yazıma bakarak sonuç
çıkarmaya çalışıyor. Oysa ben kişisel
mesajlarımla da “orda” neler olduğunu anlamaya çalıştım. Ondan(10) fazla
yazıyı umursamamış İKSV Genel Müdürü, patronuna yazınca benimle görüşmek,
düşüncelerimi öğrenmek(?) istedi. Ama
sonra fark ettim ki gerek patronu(Bülent Eczacıbaşı) gerekse Görgün Taner’in
amacı sorun çözmek değil “gaz almak”. On yıldır kurumun başında olan biri,
tiyatro ile ilgili sorunları çözebilseydi çözerdi değil mi! Ama o anlaşılan
“sorun” olduğunun ya farkında değil ya da çözmeye muktedir değil. Ömer F.
Kurhan’a “Sübjektif talepkârlık”ın benim için kullanılacak en yanlış tamlama
olduğunu isterse anlatırım. Şunu hatırlatmalıyım ki her festivali bilet alarak seyrettim ben, davet edilmedim, davetiye beklemedim. Eleştiri Atölyesi’ne davet kriterlerinin ne olduğunu
merak ettim ve kendimi öne sürerek sordum. Davet edilse idim gider miydim
acaba! Tiyatro Boğaziçi geçmişte davet etti, sor bakalım gitmiş miyim? Öte
yandan ortaya çıkan ne? Boğaz kıyısında havadar toplantı ve bir “twit” mi? Atölye’nin
tutanağı, kapanış bildirisi var mı? Yoksa “otağ keyfi” mi yapılmış? TEB
Başkanı’nın bulunduğu o toplantılarda TEB Başkanı’nın “bir yazıdan iki yazı
çıkarması ya da alıntı yaptığı kaynağı açıklamaması” tartışılabilir miydi? Kim
ortaya atacak? Katılan diğer TEB üyeleri mi yoksa “sayılı” eleştirmen mi?
Ömer F. Kurhan benim duruşumu eleştirmek için, “Emile
Zola’nın ünlü “J’accuse” (“Suçluyorum” ya da “İtham Ediyorum”) yaklaşımının bir
çeşitlemesini yaparak bir sonuç almak mümkün değildir.” demiş. Bence “mümkündür”.
Yıllar sonra Zola, Ömer F. Kurhan’ın anlatmak istediği bir fikre esin kaynağı
oluyor ve yeniden anılıyorsa o söz, “işe
yaramış” demektir. Ömer F.Kurhan’ın Eleştiri Atölyesi için hissettiği
duyguların benzerini hissetmesi, empati kurması ve olumlu bakması yeter de artar bile.
Eleştirilerin dramaturjik boyutunu TEB’e ve “festivallik”
boyutunu da İKSV’ye havale edelim derim.
Ömer F. Kurhan bu kurumlara doğrudan bir
öneri yapsa ne güzel olur! Belki TEB her yıl eleştiri dalında bir ödül koymakla
işe başlar. Tabii ki başkanını değiştirme iradesini ve duruşunu gösterdikten
sonra. Zira TEB’in kaleme alabileceği en büyük eleştiri bu olur. İlân ettiği
kadro ile Antonius Kleopatra’yı sahneye çıkaramamış, ne olduğunun farkında
olmayan ya da bilip de susan İKSV ile ilgili olarak ne sonuç alacağını ise gerçekten
çok merak ediyorum!
Melih Anık
Birileriyle aramda bir denge kurmaya çalışmanız ya da mesafe tarifiniz yanlış bir tespitten kaynaklanıyor.
YanıtlaSilEvet, sizinle tartışıyor, haberleşiyoruz, anlaştığımız, anlaşamadığımız noktalar var, ve tabii ki BÜ ve büo'lu kaynaklara inen bir saygım da var. Ama nihayetinde temel tavır bakımından bana daha uzaksınız.
Çünkü benlik söylemine merkezi rol atfeden, benliği kurumsal muhataplık düzeyine yükselten bir eleştirel tavrı yanlış buluyorum. Uç noktada nerelere varabileceğini bilmek içinse, tiyatro dünyası yeterince veri sunuyor.
Üslubu değil, bu tavrı sorunlu görüyorum. Bununla birlikte bu söylem içinde saklı doğruları da özenle seçmeye çalışıyor ve yeniden değerlendirmeye çalışıyorum.
Örnek: Evet, gerçekten de, şu oyunu sergileyen şu topluluğun seyirciyi bilgilendirmesi gereken bir konuda bilgilendirmemiş olması en azından bir işletme ve halkla ilişkiler faciasıdır.
Öte yandan, sözgelimi, o oyundan birinci dereceden sorumlu olduğu varsayılan bir kişinin, bu durum kullanılarak /araçlaştırılarak aile boyuna varan bir teşhire ve aşağılamaya maruz kalması apaçık ahlak dışılığı gösterir.
Bu tavırlardan birincisinin en sertinden eleştirileri hak ettiğini düşünürken - ki burada bir sorun görmüyorum - ikincisini görmezden gelme, ne yazık ki eleştirmenin adalet anlayışını ve bir bütün olarak eleştirisini güvenilmez kılar.
Eleştiri, kamuoyuna dönük olarak kurumsal ve örgütlü bir çerçeve edinmedikçe, ister istemez Ben / diğerleri üzerinden bir kutuplaşma (ya da bazı durumlarda taktik anlaşma) olacaktır. Bu Ben'ler zaman zaman "Biz" de olabilir, ama mantık değişmez.
Sonuç olarak, sizin bazılarına dönük sert eleştirilerinize, hatta faş etmelerinize paralel olarak başka bazılarına dönük toleransa, hoşgörüye nedense sahip olamıyorum. Daha doğrusu sahip olma fırsatı sonuna kadar tanındı ama kabul edemedim.
Emile Zola'nın "j'accuse" söyleminin sorunsallaştırılabileceğini söylediğimde, önemli bulduğum bir incelemeyi referans alıyorum (Kamusal İnsanın Çöküşü / Richard Sennett). Sennett kamusal alanın nasıl tasfiye edildiğini, giderek artan şekilde narsisizmin nasıl gündelik yaşamımıza egemen kılındığını analiz eden araştırmacılardan birisidir. (Söz gelimi, politik liderlerin mahremiyeti dahi PR'ın bir parçası haline gelmiştir.)
Araştırmacı bu durumun Emile Zola'nın "J'accuse" ilanı için de geçerli olduğunu, hatta mitleştirilmesine yardımcı olduğunu ima ederken, bunun bir case-study olarak sunumunu yapar.
Benim seçimim, kamusal insanın canlandırılması ve narsisizmin sosyal alanı istila etmesine itiraza dayalıdır. Bu yaklaşım bireyin aynı zamanda sosyal gövdeye aidiyetini tanıyarak söylem kurar, kendisini onun ötesinde ve üzerinde görerek değil. Dolayısıyla Ben'liğimi çeşitli kurumların doğrudan muhatabı kabul etmemin imkanı yok :)Vatandaş olarak değil, vatandaşLAR olarak hareket etmek, arayışına girmek daha doğru gibime geliyor.
Bu nedenle, mesela Üstün Akmen'in "Özdemir Abi'ye Mektuplar"da Otorite olarak eleştirmeni merkezden kaydırmasını esin verici bulurum.Bu Stanislavski okulunda ya da Brecht okulunda okurken de öğrenebileceğimiz bir şeydir. Bu anlamda, mesela Moliere okulu da öğreticidir, mesela Shakespeare okulu biraz tekinsizdir ve dikkat gerektirir.
Çok uzattım; artık burada keseyim. Yazının tamamını yanıtlamak için, bu uzunlukta en az birkaç yazı daha yazı yazmam gerekir.
NOT: "Narsisizm" sosyal bir fenomen anlamında kullanılmıştır, bir polemik unsuru olarak değil. (Ben algılamasına karşı bir önlem :)