Tiyatroda Eleştiri - Yazılarımdan Derleme

Son günlerde tiyatroda eleştiri ve eleştirmenlik üzerine tartışma yapılıyor. Tartışma, bir eleştiri yazısına bir yönetmenin yorum yazması ile başladı.(Bu kaçıncı?) Ben de yazdığım yazılar nedeniyle yönetmen,tiyatrocu sitemine(?) çok kez maruz kaldım. Bu nedenle tecrübem var! O zamanlar editörler yazı falan da yazmadı, soruna el atmadılar. Nedense bugün çok "cevval" herkes..

Tartışmanın kısıtlı bir çevre içinde kaldığını ve bir süre sonra unutulacağını düşünüyorum. Kurumsal olarak TEB ve deneyimli eleştirmenler dışarıdan seyredecekler gibi geliyor bana. Konuya sahip çıkması gereken TEB, ulusal/uluslar arası eleştiri alanında ne yapıyor acaba? Ben üyelerini ödül jürilerinde, törenlerde görüyorum.  Zira şimdi ödül vermek ses getiren bir iş.(sınırlı da olsa) Türkiye’de tiyatro eleştirisi dalında ödül var mı? Panel, konferans düzenleniyor mu? 

Ben bir süredir bu konu üzerindeki düşüncelerimi paylaşmak için yazılar yazıyorum. Esasında tiyatro üstüne  yazmaya başlamamın esas nedenlerinden biri de eleştirmenlik alanında canımı sıkan hususlar ve okuduğum eleştiri yazılarıydı. Ben ne yazmışım diye hatırlamak için geçmişe döndüm, okurken de kendi yazılarımdan bir derleme yaptım.

******************
“Eleştirmen”,”Eleştiren”,”Yazı Yazan”, “Düşünce Paylaşan”
Ülkemizde genellikle düşüncesini paylaşana “eleştirmen “ deniyor. Sayfalarda öyle yer buluyorlar. Ama her yazı “Eleştiri”, her yazan “Eleştirmen” midir?
“Eleştirmenlik” mesleği başkadır. Ülkemizde eleştirilerini okuduğumuz kişilerin çoğu , başka mesleklerden gelmiştir. Uzun yılların sonunda onlara eleştirmen deniyor. Bazıları mesleğin temel taşlarını dizmiş ve mesleği saygınlaştırmış. Öte yandan eleştirmenlik eğitimi almışların , imzasını “Eleştirmen“ diye atanların çoğunu da “eleştirmen”den saymak olanaklı değildir. “Eleştirmen” olmak kolay değildir. Sonunda okuyucu karar verir. Ama kesin olarak bildiğim ve inandığım tek şey şudur : “Eleştirmen”, “promotör” değildir , olmamalıdır. “Hesap kitaplı” yazılara da “eleştiri” denmez. Kaldı ki “Eleştirmen” , “ölüyü diriltmez” ; “yaşayacak olanı da öldüremez”.
Oyunlarda “dünya, insan ve hayat ” kadar geniş bir ufuk var . Yazar ilgi alanına göre geniş bir okumayla ve kendi açısından oyununu yazar.
Oyunu seyirciye ulaştırmak için salt yazılanı değil konu ile ilgili dünyayı da iyi anlamak,bilmek gerekir. Kimse , (eleştirmen de yönetmen de) her konuyu bilemez. Bu nedenle eleştirmen ve yönetmen her oyun ile ilgili yardım almak zorundadır. Bu yardım alma okumak , danışmak , tartışmak, izlemek, seyahat etmek vb şekillerde olabilir. Bizde çoğunlukla , öncelikle yönetmen yardım almıyor sonra da eleştirmen. Ortaya çıkan da “Ben yaptım oldu” oluyor ve kuzgun “yavrusunu” çok seviyor. Oysa ki her yazı her yorum her oyun kendinden sonrası için bir başlangıçtır. (olmalıdır)
Ben bu düşüncelerle , “yazı” yazıyorum . Bilmediğimde , bulabildiğim "bilen"den yardım alıyorum. Amacım , sürece katkıda bulunmak ve benden sonrakinin işini kolaylaştırmak , yola ,bir çakıl tanesi olsun koyabilmektir. Ben “Eleştirenim”. Daha hoşuma giden ise “Düşünce paylaşan”dır.
Tiyatromuz çok sayıda eleştireni olmadığı için bu haldedir , ”Eleştirmeni” olmadığı için değil.
10 Şubat 2010
***********************************
Türkiye’de tiyatro eleştirmenlerinden beklentilerim var. Onların, yerel ve uluslararası festivallerde daha etkin olmalarını beklerdim. Geçmiş eleştirmenleri hatırlasalar, onurlandırsalar, tanıtsalar iyi olurdu. Medyada tiyatronun daha geniş yer alabilmesi için en azından mücadele ettiklerini (ediyorlarsa toplumla  paylaşmalarını) görebilmeyi çok isterdim. Tiyatro yazmayı tiyatroya ‘iyilik ihsan eder gibi’ yapan köşe yazarlarının karşısında durabilmeleri beni çok memnun ederdi. Tiyatronun üzerindeki ‘kurtarılacak’ algısının kaldırılması için gösterecekleri gayreti alkışlamak isterdim. İnsanî değerler ve yetenekleri açısından tiyatro yapamayacakların ağızlarından çıkan  ‘tiyatro yapma!’ sakızını onların alınlarına yapıştırmalarını hayâl ederdim. Tiyatroya gitmeyen ama ülkeyi ve medyayı ve de dev şirketleri yönetenleri ‘ellerinden tutarak’ tiyatroya götürmeleri beni keyiflendirirdi. Çok dar bir çevre içinde ödül veren jürilerin içinde olmamalarını, tiyatro öğrettikleri öğrencilerini koruma adına nesnelliklerini kaybetmemelerini dilerdim. Köşe yazılarını hakça kullanmalarını umardım. Ülkemin her köşesinde zor koşullar altında tiyatroyu yaşatan gençlerin yaptıklarını onların yazılarından okumak için her şehri takip eden üyelerinin olmasını dilerdim. Gençlerin uluslararası alanda desteklenmesi beni çok mutlu ederdi. Yazdıkları eleştirilerin ‘referans mektubu’ gibi dünyanın her üniversitesinde geçerli olmasını düşlerdim. Siyasi hayatımız içinde önerileri ile baskı gurubu olmalarını, yakaladıkları fırsatları yeterince kullanmış olmaları ile kıvançlanmak isterdim. Tiyatromuzu, salt cenaze törenlerinde değil, sahne gerisinde, önünde ve yaşamın her evresinde sevdirmek için ellerinden gelen bu kadar az olmasa keşke derdim. Sivil toplum örgütü ve bir ‘bütün’ olarak yeterli ağırlıkta olmalarını ve masaya vurduklarında çıkan sesin  duyulmasını ve dikkate alınmasını arzu ederdim. Zira tüm bunlar ‘soru soran ve eleştiren insan’ın yaratılmasına ve ülkemin kalkınmasına önemli katkılar sağlardı.
24 Ocak 2011
*****************************
Eleştirmenlerin ‘oyun’a katılıp, eleştiri yazanın değil  oyuncunun ‘taraftarlığına’ ‘soyunmalarına’ tanık oldum, tuhaf dayanışma örnekleri gördüm. Bazı tiyatrocular, sitelere baskı kurmaya ve yazının yayımlanmasını engellemeye, yayımlanmış ise kaldırılmasına gizliden, açıktan çalışıyor. Bazıları  ‘bulaşmamaya’ gayret ediyor, ‘görmüyor’. Oyuncu ve eleştirmen ‘egemenlik’ alanları tanımlamaya başlıyor, tiyatro dünyasında ‘köşeler’ oluşuyor, nesnellik kayboluyor. Nerdeyse her oyuncunun bir eleştirmeni var gibi bir durum ortaya çıkmış, isme bak yazıyı anla yani. Taraflar ve taraftarlar oluşuyor, ‘ahbap-çavuş’ ilişkileri ortaya çıkıyor. Ben o âleme ‘dışarıdan’ bakıyorum. Bazı yönetmen ve oyuncuların bana karşı davranışlarını görüp  arkamdan konuştuklarını duydukça bu ortamın kuralları hakkında daha çok bilgi sahibi olmaya başladım. Geçmişte yazdığım bir yazı nedeniyle bana saldıranlar arasında imzasını eleştirmen-dramaturg diye atanlar da vardı. Eleştiri dünyasından bir kişi çıkıp ne yapıyorsunuz demedi, haberleri olmadı herhalde! Temelinde ‘eleştiri’ olan bir tiyatro erbâbından gelen bu  ‘kendisine yönelik eleştirilere tahammülsüzlük örnekleri’,  ibretlik. Benim açıkça eleştiri dünyasını ilgilendiren bir tavra karşı çıkmam o dünyanın kurallarına ‘ters’ ama ne yapayım ki düşüncem böyle.
Tiyatrocu kendini, hep öven eleştirmeni ‘seviyor’. Genelde beklenen ‘reklamcı-eleştirmen’. Ama öte taraftan da oyun çok seyredilirse eleştirmenin katkısını, onu haber yapan tiyatro sitesini önemsiz sayma eğilimi hâkim. O zaman ‘muhatap alınan seyirci’ oluyor. Aslında ‘bulutlar üstünde’ yaşanan şimşekleşme toprağa yıldırım olarak düştüğünde, eleştiri/tiyatro dünyasına yeni girmiş/girecek gençlere olan oluyor. Düşünce belirtmek yerine ‘kimin alkışını alayım da hayatta kalayım’ çabasına dönüşüyor iş. Hele bir de ‘dramaturg’sa vay haline. Zira eleştirdiği o yönetmen ve oyuncu ile bir gün birlikte çalışma olasılığı da var, nasıl eleştirsin!
Eleştirmen yaza yaza yetişir. Hiç değilse sektör, yazanın düşüncesini özgürce ifade etme hakkına arka çıkmalı. Oysa ‘baskı’larla korkutma, ‘ayar verme’ halleri önce seyircinin ve giderek eleştirmenin önünde engel olarak duruyor.  Ben anlamadığı halde ayaklara fırlayarak alkışlayan seyirci de istemiyorum, birilerinin eteğine tutunarak yazan eleştirmen de.  Eleştirinin kurallarının oyuncular tarafından konulması baskısına karşıyım.
Tiyatroda önceden ‘gardını  alma’ olarak tanımlanabilecek davranış biçimleri var. Yazmaktan vazgeçirme, yazıyı ‘manipüle’ etme gayretleri gibi. Bazı oyuncular,  tiyatro sitelerinden yorum yazanları korkutuyor(!), ‘ayar vermeye’ çalışıyor. Oyuncuların, ‘Eleştirmene ihtiyacımız var ama eleştirmen şöyle şöyle olmalı’ ifadeleri sektörü yönlendirmeye yönelik. Buna en önce eleştirmenler karşı çıkmalıdır.
Sonuca tartışarak ulaşma yerine,  “Alınganlık yapma, sen kimsin, ne anlarsın, cahil cüheyla, art niyetli bezirgân, ittifakçılar, örgütlü karalama kampanyası, arı kovanı, öfke kuşanma, üfürme, lütufkâr saldırı, muhterisler ” vb alay, küçümseme ifadeleri ve  ‘kişiselleştirme amaçlı’ suçlamalarla olayın mecrasından saptırıldığını gördüm. 
Artık, eleştirmen-eleştiri ve tiyatrocu arasındaki yukarda özetlediğim sağlıksız ortamın yaratılmasında nelerin neden  olduğunu anlamış bulunuyorum. Olayları yeniden düşündüğümde  eleştirileri kontrol etme, baskı altına alma, manipüle etme çabalarının olduğunu; olmazsa karşısındakini bezdirerek hakkında yazılmasını önlemenin denendiğini ve bazılarının bunu bir hayat şekli olarak benimsediğini; beğenmeseler(?) de haklarındaki eleştirileri ‘takıntı’ haline getirmiş olduklarını  görmekten üzgünüm.
1 Mart 2011
******************************
Eskiden medyada köşesi olmak bir ‘güç’ iken şimdi bu eski ağırlığında değil. Gençlerin kullandığı internet, -tiyatroya genellikle gençlerin gittiğini dikkate alırsak- etkili bir mecra. “Fısıltı öldü”, artık “çığlık” hâkim. Haber hızla yayılıyor, “kulaktan kulağa” değil artık yeni oyunun adı; bu yeni oyunun adı “paylaşım”. “140 vuruş”, bilinmeyeni bilinir hale getirdi, sırları ifşa etti. Bir kuyuya atılan taş bir gün mutlaka bulunacak ve mutlaka bir çıkaranı olacak. Dünya değişiyor, artık herkes eleştiriyor! Eleştiri salt gazete ve tv’lerde yapılmıyor.  Prömiyerden  sonra yapılan ve  oyunların görücüye çıktığı galaların; yazmak için galayı beklemenin çok da anlamı yok artık. Galadan önce seyreden bir seyirci, oyunun ‘tansiyonu’nu ölçüveriyor. (Halkımızın sağ duyusu iş başında!) Eleştirmenliği de bu kapsamda yeniden düşünmek gerek.
Eleştirmenlik bana göre bir tür “kanaat önderliği”dir, sorumluluğu da ağırdır. Peşinize takılan olur, yazıp söylediklerinizi “mutlak doğru” kabul eden olur, “referans”  sayılırsınız. Eleştirmenlik “toplumsal bir görev”dir ayni zamanda. Yazdığınız konuda öncelikle ülkenizde (ve tabii dünyada)  tüm yapılanlardan haberdarsınız, sektörün nabzı avuçlarınızda atıyor sanılır. Nesnel olmanız beklenir. Oyunu, bütün içinde algılamanız, etkileri, ilişkileri, tepkileri, tiyatro edebiyatı içindeki yerini iyi bilmeniz, bilginizi yaşanmışlığın süzgecinden geçirmiş ve yaşadığınız çağın farkında olmanız; “hayata ve sanata dair düşünsel bir çerçeve inşa edebilmeniz gerekir”[i]. “Sürü” içinde olmamanız, herkesin görmediğini görmeniz beklenir.  İlla beğendirmek, alkış almak, alkışlatmak amacınız olmamalıdır.  Galada gözüne baktığınız, elini sıktığınız oyuncu ve yönetmen hakkında ‘açıkça’ yazabilmek her iki tarafın olgunluğu ile mümkündür. Ama eleştirmen eleştirdiği ile mesafesini iyi ayarlamak zorundadır. Bana göre eleştirmenlik “pardon”u olmayan bir meslektir. Anlatmayı önemsemek, kime neyi nasıl anlatacağını bilmek zorundadır. Eleştirmen, medyada ayrılan yeri, verilen olanakları iyi kullanabilmeli, artması için çaba göstermeli; yapılan işin kurumsallaşması ve ayni amacı paylaşanlar arasındaki dayanışmayı  güçlendirmek için yapıcı katkı sağlamalı, mesleğin saygınlığını korumalıdır.  Eleştirmen, zaten ayrılan yerin çok kısıtlı olan medyada ( gazetede yazıyor tv’ye çıkıyorsa) yer bulmuşsa, seçme yapması gerekebilir, tiyatroyu sevdirme ‘görevi’  öne çıkabilir. O zaman sadece beğendiğiniz oyunları paylaşmak ve ‘beyaz yalan’lar söylemek zorunda  kalabilirsiniz. Eleştirmenlik sadece  eleştiri  yazmak değildir. Bazen yazılarımın altına yorum bırakanlar unvanlarını da “bırakıyorlar” : “Dramaturg ve Eleştirmen”  Bu unvanın ağırlığı hakkında yeterince düşünmüşler midir acaba?
İngiltere’de bir sezonda 200 den fazla yeni yazılmış oyun sahneleniyormuş. Eleştirmenin yükünü düşünsenize. Bizde ‘iş’ yükü o kadar ağır değil!  Tiyatromuzda sahnelenen yeni yazılmış oyun sayısı arttıkça eleştirmenlik gerçek yerine oturacaktır.
Öte yandan eskiden eleştirmene ulaşmak da bugünkü kadar kolay değildi. Şimdi eleştiriye yorum yazmak, yorumu cevaplamak , kendi fikrini duyurabilmek kolay. Belki de bu nedenle eleştirmen de kendini sınama, yeniden gözden geçirme, yeniden düşünme imkânına sahip. Eleştirmenden önce seyirci ‘konuşuyor’ zaten.  Eleştirmenlik okur ile etkileşimli bir uğraş haline geldi.
Yazılarımı okuyanların benimle ayni görüşte olmamaları, terbiye sınırları içinde bana itiraz etmelerine hiç itirazım yok, onlar  her bakımdan öğretici oluyor.   Bazısı (olumlu ya da olumsuz) “kriter” kabul edecekleri  eleştirmen arıyor sanırım. Onu okusunlar ve oyun seçsinler ya da kendilerini onaylasınlar.  Bazısı da eğer beğenmediğim bir oyunu beğenmişse kendisine hakaret edilmiş gibi kızıyor,  “benim beğendiğimi nasıl beğenmezsin” diye.  Oysa ilgisi yok, çünkü  ilgim yok!
Tiyatro üzerine yazdığım yazılara bakıp bana “eleştirmen” diyenlere “Ben bildiklerimi, öğrendiklerimi, düşüncelerimi “paylaşıyorum” diyorum. Tarihe not düşmek gibi, biriken bilgi havuzuna bir damla katmak  gibi  bir çaba. Yazmak için çok okuyor çok araştırıyorum. Oyun seyretmek bir görev değil zevk benim için. ‘Sayarak’ seyretmiyorum.   Beğenmediğimi, anlamadığımı  alkışlamıyorum. Beğenmişsem  ‘alkış’ beklemeden alkışlıyorum. Bazen beğendiğim bir ayrıntıya gönderiyorum alkışımı. Sahnede hiçbir şey ‘bulamamışsam’  sahneye sırtımı dönüyor ve bir an önce temiz havaya koşuyorum.
Yazılarımı “referans” kabul edecek değerde bulanlar varsa ne mutlu!  Biliyorum ki, eleştirmen olup olmadığınıza kararı “zaman” verir, siz kendinize unvan alamazsınız. 
Yazdıklarım kuyuya atılan bir taştır. Kimi ‘yorum’ der yazdıklarıma kimi ‘eleştiri’..  ‘Hay kalemin kırılaydı da yazmayaydın…’  diyenler, ’görmek’ istemeyenler de  var mutlaka.  Benim için esas olan dürüst olabilmektir. Öncelikli gayretim ve hassasiyetim, yazdıklarım başkasını (özellikle gençleri) yanlış yönlendirmesin diyedir!  Üstün Akmen’in yaptığı örnek olmalı. Attığınız ok hedefi vurmaz, yazılan ‘eskir’se bir gün, kabul ve itiraf edebilmek de bir marifettir.
10 Mart 2011
****************************
Tiyatroda Eleştiri “Seçmek”le Başlar - “İstemem Eksik Olsun”
Tiyatro kitaplarına bir bakın uzmanı ne diyor? Eleştiri yazmak için eseri okumak gerekirmiş. Ben önce “seçmek” gelir derim. Kim yazmış, çevirmiş, yönetmiş; oynayanlar kim, dekor, kostüm, ışık vb kim tarafından yapılmış? Zaman ayırdığımın, zaman kaybı olmayacağına inanmak isterim. Üstünde emek harcıyorsam o emeğe değmeli oyun. Bazen yanılırım da. Oyunu beğenmem ama seyretmek bir tecrübe olur.  Düşüncelerimi yazacağım bir oyunu seyretmeden önce okumak gerektiğini düşünürüm. Sadece oyunu okumakla yetinmem oyun hakkında ve hatırlatan her şeyi okumaya çalışırım. Notlar çıkarırım, dramaturgi çalışmaları yaparım. Farklı tercümeleri okurum, orijinali ile karşılaştırırım. Yazıyı yazdıktan sonra da okumalar devam eder ve yazdığım yazıyı en az bir hafta her gün okur, bazen yeniden yazarım. Yani oyunu seyretmeden önce “ön hazırlık”,  oyunu seyrettikten sonra “son hazırlık” var. Tiyatrocu yönetiyor, oynuyor, işini bitiriyor  ama benim için yazı yazmak  bir süre daha zaman alıyor. Doğrusunu isterseniz benim için yazmanın en keyifli yanı da budur. Bilmediğim çok şey öğrenirim, unuttuklarımı hatırlarım. 
Tiyatro yazan için önceden okumak, bence “olmazsa olmaz”. Ama tiyatro eğitimi alan gençler bile “oyunu bilirsem zevk alamam ben oyunu keşfetmek isterim” diyor ve önceden okumayı reddediyor. Bir tiyatrocu için oyunu keşfetmek, önceden okumak ile mümkün oysa. Esas sorun tiyatro eğitimimizden başlıyor gibi geliyor bana. Kitaplarda doğrular var “hoca” da öğretiyor  ama uygulama  yok.  (“Hoca” da öğrencisine “torpil” geçiyor yazarken!) Eleştiri “seçmek” ile başlar. Seyrettiğin oyunu “saymak”la  olmaz. Önemli olan her yerde “görünmek”,  “çok” seyretmekle övünmek ve  “uluorta yazmak” değildir, olsa olsa görgüsüzlük olur. Öğretim ve görgü eksikliği ile malûl bir bünyesi olanlar daha dikkatli olmalı. Zira yazdıkları eleştiri değil kendini  ifşa etme oluyor.  Eleştiride “sürümden kazanılmaz”. “Sığ savlar”la  her zaman gündemde kalınmaz.  
30 Aralık 2011

Melih Anık

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Atatürk ve Muhsin Ertuğrul ve de '.....çü'ler

Mardin Midyat Gezisi Notlarım