Tiyatroda Büyük Ufuklara, Hayâllere İhtiyaç Var
İstanbul’da 200-250 civarında tiyatro topluluğu olduğu
söyleniyor. Yılda 280 oyun seyrettiğini söyleyen Baysan Pamay bu alanda
duyduğum seyirci rekorunu elinde bulunduruyor. Baysan Bey ile görüşmemizde bazı oyunları
birden fazla seyrettiğini, galiba bir oyunu en çok seyretme sayısının da beş
olduğunu söylemişti. Seyrettiği oyunları ‘sayan’ bir eleştirmenin 160
oyun seyrettiğini okumuştum. Benim rekorum 70 civarında.
Tiyatro topluluğu sayısı bu olunca bu toplulukların oynayacağı mekânların sayısında da artış yaşandı. Yeni doğan mekânlar çoğunlukla bodrum katları, apartman dairelerinden dönüştürüldü. Bu mekânlar kat yüksekliği en fazla 4 metre, kapasitesi 50-100 seyirci olan apartman dairelerinden oluşturuldu. Sahnelerin ve teknik alt yapının yetersizliğini de eklerseniz bu salonlarda ucuz bütçeli ve az oyunculu oyunlar sahnelenmesini anlayabilirsiniz. Mekân, oyun seçimini etkiledi tabii ki. Giderek mekân, oyun yazımını da etkiledi. Yeni yazarlar ortaya çıktı.(Sanıyorum teliften kaçmak için de bu yol deneniyor.) Oyunlar film senaryosu gibiydi. Kısa sahnelerden oluşuyordu. Sahneleri birbirine bağlayabilmek özel yetenek istiyordu. Genellikle bu, seyircinin iyi niyetine kalmıştı. Oyunlar ayrıca gençlerin birikimleri, geçmişleri ile içinde yaşadığımız sistemden payını alıyordu. Topluluk sayısı çoğalmış ama ufuklar küçülmüştü, birikimler yetmiyordu, olan birikimler de kendini küçülterek ifade etmeye zorlanıyor ve gitgide küçülüyordu. Çoğu oyun bir türün taklidine dayanıyordu. O türü var eden koşullar dikkate alınmıyordu. Oyun yazımı sahnedeki denemelerin kağıda dökülmesi ile ortaya çıkıyordu.
Topluluklar kendi seyircisini de oluşturuyordu. Seyircilerin
çoğunluğunu gençler ve toplulukların arkadaş çevresi oluşturuyordu. Seyirci
içinde kendini sahneye atmak isteyenlerin de çoğunlukta olduğunu sanıyorum.
Ancak oyunlar bir mekânı 30 gün dolduramıyordu. Bu nedenle salonu başkası ile
paylaşma seçeneği ortaya çıktı. Bu bence tiyatroların özgürlüğünü de yok etti.
Zira salon sahibi ile takışmamak önemli idi ve herkes bu konuda çok dikkatliydi.
Tiyatrolar birbirine bağımlı hâle geldi.
Buna ‘dayanışma’ denmeye başlandı.
Toplulukları oluşturan kadrolar, konservatuar eğitimi
alanlardan olduğu gibi, özel oyuncu kurslarından ya da üniversitelerin tiyatro kulüplerinden çıkanlardan oluşuyordu.
Pek çoğu tiyatrodan para kazanılamayacağını biliyor bu nedenle tv dizilerine
kapağı atarak kurtuluş arıyordu. O nedenle tiyatroda karın tokluğuna çalış(tır)mak
bir işletme modeli yarattı. Tiyatro toplulukları oyuncu ajansı gibi çalışmaya
başladı. Ancak bu da dizilerde yüzü ile oynamaya başlayanların sahnede
eksikliklerinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Bir başka umut da Kültür Bakanlığı yardımlarından pay
kapabilmekti. Bunun için topluluk oluşturanlar oldu. Tiyatro eleştirileri de bu
toplulukların varlığını kanıtlamaktan,
hesap kapatma dosyalarına eklenmekten başka bir işe yaramıyordu. Davet alan
eleştirmenler aslında beklenenin onların düşünceleri değil yazdıklarının hesap
kapatmaya yaradığını bilmeliydiler. Ama öte yandan tiyatro ödül jürilerinde eleştirmenlerin olması, ödül beklentileri üzerine hesapların
yapılmasına neden oluyordu. Öte yandan ‘muhalif olma’ durumu da ödüllendirmek
için yeterliymiş gibi bir görüntüye neden oluyordu. Bu durum, eleştirmenler ile tiyatro camiasında
başka türlü bir dayanışmaya yol açtı.
Ödenekli tiyatrolardaki tecrübeli oyuncular kendi
programlarındaki boşluğu alternatif
tiyatrolardaki rollerle doldurdular. Bu
şekilde tecrübe ile gençliğin bir araya gelmesi denendi. Birkaç iyi örnek
seyrettik ama açılan yolun genişlemesi sağlanamadı.
Bu arada oyuncu yetiştirme kursları, atölyeleri çoğalmaya
başlandı. Kendisi eğitime muhtaç yeni tiyatrocular, başkalarını eğitmeye
başladılar. Herkes ‘öğretmen’ oldu birden. Ama bunlar, konservatuarları ikame etme yolunu açtı. “Zaten
tiyatro ‘usta-çırak’ ilişkisi ile
sahnede öğrenilir” anlayışı bir savunma hâline geldi. 4 ayda oyuncu olundu. Figüranlıktan geldiğini dilinden
düşürmeyen GSY’nin tiyatrosu da ‘Ustalar çıraklarını arıyor’ söylemi ile atölye
açtı. Ama GSY’nin ‘törpüleme, otokontrolü öğretme’ mesajları ile eğitimden ne
anladığına pek dikkat edilmedi. Aynı kurum içinde genç bir yazarın oyunu olan ‘Türkiye
Kayası’na dramaturgların nasıl ‘dokunduğu’
görmezden gelindi, çabuk unutuldu.
Şimdi gençler kendilerine söz söyletmemeye çalışıyor.
Onların bu dayanışmasını anlıyorum ama
hak vermiyorum. Herkes kendini kurtarmaya çalışıyor. Kurtarılan birkaç deniz yıldızı beni tatmin
etmiyor. Tiyatro ufkunun büyütülmesi gerekir. Bugün derme çatma salonlarda ve kadrolarla yapılan ayda iki-üç gösteri ile bir yere varılamaz.
Büyük ufuklara, hayâllere ihtiyaç var. Denemek için bile insanın neyi
denediğinin farkında ve bilincinde olması gerekir. Ucuz alkış ve beğeni tiyatroyu
öldürüyor. Bir zamanlar umut veren bazı
örneklerin çok kısa süre içinde
geldikleri noktalara bakınca ben çok da umutlu olamıyorum.
İstanbul sahnelerine bakarak Türkiye’de tiyatronun
geliştiğini söylemek doğru değil. Anadolu’yu yeterince tanımıyoruz. Küçük dünyalarımız
içinde kendi kendimize ‘eğleniyoruz’.
Melih Anık
Yorumlar
Yorum Gönder