Sıcağı Sıcağına: Fırat Güllü’nün III. Richard’ı , Benim “Yaşasın Tiyatrom”!
Fırat Güllü, Mimesis’te “III. Richard : Yaşasın Türlerin Kardeşliği!” başlığı ile tam kesilip saklanacak bir yazı yazmış. Yazı, tiyatro okullarında üstünde birkaç derslik inceleme konusu olabilir, ‘seçmeli ders’e bile aday olur. Bu yazıyı Kevin Spacey ile öğle yemeği yiyip çevresine “çatlayanlar” var mı diye bakan Fatih Altaylı ve ekürisi “şanslı hergele” Ertuğrul Özkök okuyacak değil ya! Sadece Özkök’ü okuyup “onun gibi şanslı bir hergeleye bulaşan mutluluktan pay almak isteyenleri” ayrı tutuyor; onları “bulaşan virüsün” riski ile baş başa bırakıyorum. Laf aramızda tiyatro camiasından da Ertuğrul ile Fatih’in yazılarını okuyanlar Fırat’ın yazısını okuyacaklardan fazla olacaktır.. Belki de Fırat Güllü’nün ifadesiyle”elinde avucunda ne varsa sefahat âlemlerine yatırmış, sonunda sefil bir duruma düşmüş eski bir boks şampiyonu konumuna düşmüş gibi görünmekte –ki Türkiye gibi ülkelerde artık tiyatronun bir tür olarak bittiği bile söylenir hale gelen” tiyatronun durumunun nedenlerinden biri de budur.
“Eski bir boks şampiyonu” benzetmesine de takıldım doğrusu. Ben boksörün uyutulup başucundan eldivenlerin çalınmış olduğunu düşünmeyi daha çok seviyorum. Uğurlu eldivenlerini yitiren boksör de o moral bozukluğu içinde. Yapılacak şey, eldivenleri çalmak ve sahibine iade etmektir. Bunu yapacak olanlar da gene boksörün akrabalarıdır. Hem tiyatronun elinden alınamayacak bir ünvanı var: “er meydanı” ... Yani sonunda neyin ortaya çıkacağını bilmeden oynayanların bir “duman” misali havaya karışan nefesler ile her gösteride yeniden yaratılan bir mahallede görünme arzularını nasıl görmezden geleyim, hem de “kayboluyor” denmesine rağmen. Kaybolan da bir şey yok hani, parça parça milyonların beyinlerinin içinde duruyor.
“Sinema geride bıraktığımız yüzyıl içerisinde bir zamanlar çömezi konumunda olduğu tiyatroyu her şeyden önce bir endüstri olarak ezdi geçti.”
Ezip geçen “endüstri”lerin sosyetesi de tiyatro salonlarda arz-ı endam ediyor, hatta ayağına kadar gelip de o gitmezse kendini “yaralı” hissediyor, az şey mi bu! Bir de “virüs bulaşıyor”! Daha ne olsun!
Tiyatro Batı’da hala nispeten güçlü bir sanat olarak görülse de dünya ölçeğinde sinemaya yenilmiş görünmekte.
“Galip sayılır bu yolda mağlup” derler ya öyle. Sinemanın ipleri tiyatronun elinde. Yeter ki “görünene değil olana baksın” tiyatrocular.
Pek merak ettim, Kevin Spacey ve ekibi Türkiye tiyatrosu ile tanıştı mı? Yani onu buraya getirenler özel bir gecede duvardaki perdeye yansıtılmış “sinema” ile bu ülkenin topraklarındaki antik ve çağdaş tiyatroyu anlattılar mı? Tiyatromun hangi çınarlarının elini sıkma onurunu yaşadı Kevin, onlara kendini tanıttı “Ben Kevin!” dedi? Onlar da “Aferin iyi oynamışsın ama senin yorumun dünya çapındaki A’dan B’den, C’den şöyle şöyle farklı, bir dahaki sefere şunlara da dikkat et” dedi nazikçe? Merak ediyorum kaç genç oyuncumuz “Kevin de bizi izleyecek mi” diye merak etmek yerine “Ya, Kevin sen de şu sahnede yanlış oynamışsın” deme cesaretini ve bilgisini gösterdi? Yoksa piyasa figürlerine bakarak “Bir hergelenin şanslı gününü” yaşayamadığına mı hayıflandı? Bizden olan III.Richard’lar manen ve madden orada mıydı acaba?
“Geçtiğimiz günlerde İstanbullu tiyatro izleyicisi ile buluşma olanağını yakalayan “
Dedikodulara göre dağıtılan davetiye sayısı satılan bilet sayısından fazla imiş. İstanbullu tiyatroseverlerin kaçı ile buluştu oyun? Okuduğuma göre dayanamayıp uyuyan “tiyatroseverler”(!) olmuş. Girişte "İngilizce olduğu için yarısını anlamam; Shakespeare olduğu için kalan yarısını da anlamam"; çıkışta "muhteşemdi"diyen Fatih Altaylı var bir de. Kevin Spacey'li Richard III'ün bir başka yararı da var demek ki. Yeni bir tiyatro eleştirmeni doğuyor. Ama “tiyatrosuz” olduğu ve sanatın dilini bilmediği için “o” resmi koyuyor gazetesine. Altaylı dedim de aklıma geldi, saat firmasının öğle yemeğinin katılımcıları arasında İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nden ve İKSV’den isim göremedim ben, neden? Saat firması da tiyatrocu tanımıyor, Kevin’den başka, demek ki!
Çeşitli eleştirmenlerin bilinçli olarak “sınırlandırılmış” olduğu hemen anlaşılan anlatı yetenekleri nedeniyle Spacey’nin “gölgesi” haline dönüştüklerini iddia ettikleri İngiliz oyuncular diyalog, postür, mizansen gibi teatral dünyanın sınırları içinde yüzerken, Okyanus’un öbür yakasından gelen bir sinema oyuncusu adeta tüm bu sınırlara meydan okumakta ve bedenini aşırı derecede yoğunlaştırılmış bir ifade aracı haline dönüştürmekteydi.
“Ben bir tiyatrocuyum” diyen Kevin’in kendi sözlerine itibar etmek gerek. Ama şunu da gözden kaçırmamak gerek ki sinemacı Sam Mendes’in, sahnede diğer oyuncuları “gölge” haline dönüştürdüğü; Kevin sınırlarını genişletsin diye diğer “çalışanların” The Old Vic’in sanat yönetmeni yanında “sermaye bunu istiyor” diye kendi sınırlarını daralttıkları söylenemez mi ? Bir de III.Richard, şanslı doğmuş karakterlerden zaten.
21. Yüzyılda yaşayıp tüm gazetelerin birinci sayfalarında Shakespeare’in 400 yıl önce tarif edip dikkatle incelediği karakterlerle tam olarak aynı figürlerin, örneğin Kaddafi veya Mübarek gibilerin hala varolabilmesi şaşırtıcı bir durum.”
Ben bunu yaşlı boksörün gücüne veriyorum. Bugün yaşasa çok da başarılı bir dizi yazarı olacak olan Shakespeare’in ödünç aldığı karakterlerle geleceği yazmasına şapka çıkarılır. Kevin’in kendini sahneye atmasına neden olan, tiyatroculuğundan kuşku duymadığımız biridir. Sinemanın stratejik kaynağının eski ve yeni Ahit’ler ve de estetik kaynağının Shakespeare’in tarihe bıraktığı hikâyeler olduğunu da unutmamak gerek. (Aslında ikisi de bir yerde birbirine bağlanabilir herhalde.)
“bir anda sahnede beliriveren Yazıcı adeta yazarın çağrısını dillendirir: “İşte günümüzde böyle dönüyor dünya işleri, / Bu apaçık düzenleri görmeyecek kadar aptal olunabilir mi? / Ama gördüğünü söyleyecek o cesur yürek nerede? / Dünya kötü, insanlar bu düzenleri görüp susuyorsa, / İşin sonundan hayır beklemek doğrusu boşuna.” Bu çağrıda her türlü insani eylemin beyhudeliğine vurgu yapan absürdist dramaturjiye açık bir itiraz vardır.”
Yazıcı’ya bırakmayın haykırın: “İşte günümüzde böyle dönüyor dünya işleri, / Bu apaçık düzenleri görmeyecek kadar aptal olunabilir mi? / Ama gördüğünü söyleyecek o cesur yürek nerede? / Dünya kötü, insanlar bu düzenleri görüp susuyorsa, / İşin sonundan hayır beklemek doğrusu boşuna.”
Hamlet de umarsızca haykırır : “Bu işin ne başında hayır var ne sonu hayır çıkar!”
Gördüğü karşısında yukarıdaki dizleri tekrarlamak “görmek” anlamına gelir. Bunu yaptıran da o güzelim TİYATRO’dur.
“soylular dünyasının görünüşteki tüm şatafatına rağmen aslında ne kadar kırılgan ve içi boş olduğunu ortaya çıkarmaktı.”
Ortaya çıktı mı? Farkına varmış mıdır bizim soylular? Yoksa geldikleri gibi gittiler mi salondan “Kevin Ahhh Kevin” diye sayıklayarak.
“ Oyuna verilen arada, izlenen ilk yarının verdiği enerji ile ilk perdeye damgasını vuran mizahi yorum üzerine hararetle tartışan seyircileri geri döndüklerinde bir başka sürpriz beklemektedir.”.
Kaç kişi bu merakta? Ben bu gibi oyunların “ara”larında fuayeyi merak ederim. Asıl “oyun” orada çünkü.
“Adım adım çıkılan iktidar basamaklarından freni boşalmış bir kamyon hızıyla önüne çıkanı ezerek inmektedir Richard. Kendi yıkımına doğru trajik bir koşu yapmaktadır.”
“Ah bir görse Ah bir görebilse!” dünyadaki tüm tiranlar. Göremiyorlar demek ki.. Baksanıza dünyaya!
“Dolayısıyla bu projeye basit anlamda bir ‘geldik, oynadık ve gittik’ projesi olarak bakamayız. Daha çok şu mottoyu ön planı çıkarıyor gibiydi: ‘Geldik, iletişim kurduk, bir şeyler aldık ve bıraktık’. Bir aralar ‘medeniyetler çatışması’ konsepti uluslararası politikanın temel değeri haline getirilmek istenmişti. Onun yerine köprüler kurmayı denemek çok daha ‘medenice’”
“Geldiniz de, ne gördünüz; aldınız da ne verdiniz; aldığınızı biz mi verdik” diye soruyorum ben. “Medeniyetler çatışması”na gelince, çocuğun adını koyan adını değiştirecek değil ya!
Melih Anık
Yazının orijinalini okumak için:
Yorumlar
Yorum Gönder