Free Zone İstanbul Sergisine Yapılan Saldırı Üzerine Düşünceler

İki Danimarkalı  tasarımcının (Rosan Bosch ve Rune Fjord Jensen) İstanbul günlük hayatı için yaptıkları işlerin sergilendiği Free Zone İstanbul adlı  sergi saldırıya uğradı. Atatürk resmini içeren bir levha yırtıldı.

İçinde yaşadığımız “hiçbir şeyin gizli kalmadığı dünyada” “Bizi okumadıysanız haberiniz olmamıştır” vehmi(üzerine bir yazı iyi olur) içindeki köşe yazılarından çok daha önce olay duyuldu ve yayıldı.

Ben olayı öğrenince tasarımcılara bir mesaj gönderdim sorular sordum. Şu ana kadar cevap gelmedi. Muhtemelen Rosan Bosch İstanbul’da olduğu ve düşüncelerini ifade ettiği için ek bir açıklamaya gerek duymamışlardır diye düşünüyorum.

Yazımı okuyacak olanlar arada bir “Onu bunu boşver ya şiddet ,şiddet!?” diyeceklerdir. Onun için baştan düşüncemi özetliyeyim : “Şiddet kötüdür. Düşüncelerin serbestçe açıklanmasına karşı şiddet binlerce defa kötüdür. Kabul edilemez, mazur görülemez, gösterilemez.” Şimdi düşüncelerimi açıklamaya devam edebilirim herhalde.

Bu arada CHP’liler kendi hallerini kendileri düşünsün. Başkaları düşüncelerini yazdı onları tekrar etmek istemem. Benim aklıma takılan bir husus var onu paylaşayım.


Herşeyden önce tasarımcıların yaptıkları işlere baktım. (http://www.bosch-fjord.com/?#/175203/)


 Free Zone konsepti ile ilgili kısa yazılarını okudum:

“Free Zone artistik gösteri ve pek çok aktiviteden oluşan deneysel şehir mekanlarıdır. Hüzünlü şehir bölgeleri, terk edilmiş bölgeler,  bugünkünden daha eğlenceli ve deneysel olarak nasıl kullanılır, “şehrin ölü ve yerleşilmemiş bölgeleri titreşen(yaşayan) ve cazip mekanlar haline getirilir”den hareketle bir kültür paletine(yelpazesine) dönüştürülür. “

Gerçekten de portalde gösterilen levhalar bu amacı doğrular nitelikte. Esprili, güler yüzlü ve eğlenceli.

İstanbul için de tasarlananların çoğu bu konsepte uygun. Örneğin:
  
İstanbul Beşiktaş’da sorun olan levha şu:


İlk bakışta kolayca algılanmasa da ifade edilmek istenen Atatürk’ün bir din gibi algılanması fikrine yapılan bir gönderme. Atatürk’ü ve Kemalizm’i din gibi algılayanlar için yapılan bir eleştiri.
Bu , tasarımcıların daha önce hazırladıkları bir başka levhaya çok benziyor.


Dördüncü şekil “OM”.  Yani Türkiye'de sergilenende OM yerine Atatürk resmi konulmuş, ayın içindeki yıldız kaldırılmış.
“Om, Hinduizm'de ve çoğu Hindistan'a özgü bazı başka inanç sistemlerinde dinsel ya da mistik etkisi olduğuna inanılan sözcüklerin (mantra) en kutsalı sayılan hece. Sanskrit dilinde birlikte o sesini veren a ve u ünlüleriyle m sesinden oluşur. Bu üç ses yeryüzü, gökyüzü ve gök katlarından oluşan üç dünyayı; Brahma, Vişnu ve Şiva'dan oluşan üç büyük Hindu tanrısını; Rig, Yacur ve Sama adlı üç kutsal veda metnini simgeler. Böylece Om hecesi gizemli biçimde bütün evrenin özünü temsil eder. Hindu ayinlerinde dua, ilahi ve meditasyonların başında ve sonunda söylenir. Belli bir kurala bağlı olmaksızın Budacı ve Caynacı ayinlerinde de kullanılır. Om hecesinin yazılı biçimi, 6. yy.dan sonraki yazma ve yazıt metinlerinin başını belirtmek için kullanılmıştır.
Om hecesi, felsefi veda metinleri olan Upanishadların birçoğunda ele alınır; bunlardan Mandukya tümüyle bir heceye ayrılmıştır. Yoga uygulamalarında da kullanılan Om sözlü meditasyon teknikleriyle ilişkilidir. Puranalarda (Eski Bilge) ise mezhepçi amaçlarla kullanılır; Şivacıların Om'u linga'nın (Şiva'nın simgesi erkeklik organı) simgesi olarak yorumlamasına karşılık, Vişnucular bu üç sesi Tanrı Vişnu, karısı Şri ve ibadet edenden oluşan üçleme biçiminde tanımlar.”( http://tr.wikipedia.org/wiki/Om)
Estetik olarak deforme edilmiş  OM , levhanın gülen yüzü. Üç büyük dinin yanında dünyanın önemli bir inanç sistemi de levhada yer almış. Levha “İbadet Bölgesi” tanımına da uygun. Sanatsal olarak   “birleştiren, kucaklayan, esprili, eğlenceli”  bir anlatımı var.

Bu levha değişerek nasıl Atatürk’lü ve de bir ülkenin önemli duyarlıklardan birini tenkit eder hale nasıl getirilmiş? Bunu yapmadaki amaç ne? Espri mi? Şaka mı?

Çıkarılan yıldız ne anlama gelmekte? Eğer hilal tek başına bir İslamiyet motifi ise her iki levhada da ayni olmalıydı. Muhtemelen Avrupa’da İslamiyet denilince akla ilk gelen Türkiye. Bu nedenle Avrupa’daki levhada İslamiyet algısını tamamlamak için hilalin önüne yıldız konulmuş. Ama bu  Avrupalı algısında aydınlanan bir eleştiri içeriyor. Türkiye’de  ay-yıldızın bayrağı tarif ettiği ve muhtemelen levhanın yanlış algıya neden olacağı düşünüldüğü  için sadece hilal ile yetinilmiş. Yani bu da üzerinde düşünülmüş bir ayrıntı ve tasarımda bazı hassasiyetlerin tartışılmış olduğunu anlamamıza neden oluyor.

Kemalizm ve Atatürk’ün din gibi algılanması konusu ise bir sergi çerçevesinde yolu kısa sürelerle Türkiye’ye uğrayan yabancıların hemen anlayabilecekleri bir husus değil. Benim sorguladığım da bu! Rosan ve  Rune bunu kendi başlarına mı bulmuşlar? Bu kanıya varmak için ne kadar süre Türkiye’de bulunmuşlar,  hangi kitapları okumuşlar?  Diğer çalışmalarına baktığımda görmediğim bir “duruş”u nasıl benimsemişler? Zira bu “duruş”un içinde "birleştirmek" yerine "sorgulamak" ,“taraf olmak” var. Ülkenin yıllardır bir türlü anlaşamadığı bir kavramı anlamak, içselleştirmek ve yapıtın içinde kullanmak nasıl gerçekleşmiş? Onlar , Atatürk’ü ve Kemalizm’i bize anlatabilirler mi?(Rusya’da Atatürk yerine Lenin mi kullanılacak?)

Kendi  “portal”lerinde İstanbul’da uğradıkları saldırıdan bahsederken projeyi de anlatmışlar:
“Proje , kamusal alanda farklı yaş, cinsiyet, karakter, politik ve dinsel eğilimler(yargılar) arasında “duruş” noktalarını belirlemeyi  amaçlayan sanat ve iletişim projesidir” demişler.
Türkiye’de çeşitli yayın organlarına yansıyan ifadelerinde ,  Rosan Bosch, amacının “tartışma alanları oluşturabilmek, farklılıklara saygı göstermek” ; “Amacım kavramları tartışmaya açmaktı. Sergide buna benzer 24 eserim daha var. Provokasyon amacım yoktu, bu ifade etme özgürlüğüdür. Olayın daha da büyümesini istemiyorum” ;  ”Ancak, tartışmanın mümkün olmaması bazı dogmaların olduğuna işarettir. Buluşup konuşup paylaşacağımız alanlar oluşturmayı hedefleyen bir projede çalışırken böyle bir durumla karşılaşmak beni çok üzdü” demiş. 
Bu noktada kendi portallerindeki açıklamayı hatırlamakta yarar var:  “Free Zone artistik gösteri ve pek çok aktiviteden oluşan deneysel şehir mekanlarıdır. Hüzünlü şehir bölgeleri, terk edilmiş bölgeler,  bugünkünden daha eğlenceli ve deneysel olarak nasıl kullanılır, şehrin ölü ve yerleşilmemiş bölgeleri titreşen ve cazip hale getirilirden hareketle bir kültür yelpazesine dönüştürülür”
Bu söylem ile yukarda özetlediğim Bosch söylemi arasında fark yok mu? Türkiye’deki söylemi biraz daha politik bir söylem içermekte. “Kültür paleti(yelpazesi)nden" “tartışma alanları oluşturmak”a geçen bir söylem.

Konuşmasından çıkan şu : Bu ülkede tartışma mümkün değil, dogmalar var, ifade etme özgürlüğü yok, farklılıklara saygı yok.. Bunun sonucunda da “üzülen” bir Batılı. Bu olayı “üzüldüğü” bu durumu kanıtlayan bir deney sayabilir miyiz? Yani zaten bilinenin doğrulanması.

Bosch, şirket portalindeki ifadede “eğlenceli ve deneysel”e vurgu yapıyor. Bu ifadedeki “deneysel” “eğlenceli”nin takısıdır. Kısaca “eğlence yaratan bir deneysellik” demek de mümkün.
 Bir ülkenin belli bir kısmı için yıllardır tabu olmuş bir konunun ele alınmasını “eğlence yaratan bir deney” olarak  kabul edebilir miyiz? Bosch,bunu bilmeden yapmışsa “ aymazlık”, bilerek yapmışsa ise “kurnazlık” desek yanlış mı olur?

Olayın Türkiye’de yansımasını da Mimesis’de bir yazı yazan Berna Kurt’u okuyalım:
“Üç sitede de serginin kapsamından kısaca bahsediliyor: “Rosan Bosch ve Rune Fjord’un İstanbul için tasarladıkları sergi, alışılmış işaretleri dönüştürerek kent mekânlarındaki bazı alışkanlıklara ve kurallara mizahi bir bakış getirme amaçlıydı. Sergi böylece özel alan ile kamusal alan arasındaki sınırları incelerken, paylaştığımız ortak alanlarda birbirimizle konuşup tartışabileceğimiz yeni bölgeler yaratmayı hedeflemekteydi.”
“Danimarka’da yaşayan mimar/tasarımcı ikili Bosch & Fjord, performatif güncel sanat projeleri Free Zone İstanbul (Serbest Bölge İstanbul) ile trafik levhaları gibi gündelik hayatın koreografisini dikte eden işaretleri dönüştürerek kent mekânını farklı kullanımlara açıyor; kamusal alan ile özel alan arasındaki geçişken sınırları araştırıyorlar. Göteburg ve Budapeşte’den sonra İstanbul’a uyarlanan bu proje aynı zamanda uygulamalı ve esprili bir sosyolojik araştırma niteliğinde.. Bosch & Fjord sanat, tasarım ve mimariyi harmanlayan, geniş kapsamlı ve çok amaçlı projeler yaratan bir ikilidir. Projeleri, kullanıcılarıyla ve lokasyonlarıyla yakın işbirliği ve diyalog içinde gerçekleştirirler”
Bu açıklamaların Bosch’un ifadeleri ile yakınlığına bakalım.
“Bazı alışkanlık ve kurallara mizahi bakış açısı getirmek, alışılmış işaretleri değiştirmek,özel alan ile kamusal alan arasındaki sınırları incelemek, esprili sosyolojik araştırma” Dikkat edilirse  “mizah,espri” var. ”İbadet Bölgesi” levhası (özellikle Türkiye’de)alışılmış bir işaret mi?  "Özel ve kamusal alan arasındaki sınırlar" da çok Türkiye'li ; tasarımcıların kendi portallerinden yansımıyor.  Espri ve mizah kavgaya neden olur mu?  Tahammülsüzseniz olur. Ama karşınızdakinin hassasiyetini bilerek yaparsanız ona “eşek şakası” denmez mi?
Bu ifadede en çok ilgimi çeken  “kullanıcı ve lokasyonlarla yakın işbirliği” tanımı. Tasarımcılar hangi “kullanıcılarla” yakın ilişki içinde olmuşlar acaba? İşbirliği, yapıtın ortaya çıkmasından önce mi sonra mı yapılıyor? Yoksa yapıt oluşturuluyor ve sokağa çıkarılıyor ve ne olacak diye deney mi yapılıyor? Beşiktaş’ı kullananlar ile işbirliği yapılmış mı ? Beşiktaş’ı kullanan ve de Kemalizm’i din olarak anlayan kullanıcılarla da bir “işbirliği ve dialog” söz konusu olmuş mu?
Aslına bakarsanız “işbirliği ve dialog” yapılmamış ki tasarımcıların ifadelerindeki “deneysel  çalışma” ağırlık kazanmış.  Malum deney yaparsanız sonucunu bilmezsiniz. Ne çıkarsa bahtınıza. Yapılan bir deney ise bu levha amaca hizmet etmiştir denebilir. Yapıtın tasarımcıları da bunu merak etmişlerdi zaten. Yaptılar, eser yırtıldı.
Şimdi “eserimizi yırttılar, bu ülkede(sanki dünyanın başka yerinde yokmuş gibi) dogmalar var çok üzüldüm”  diyerek yakınmayı nasıl anlamalı ? Tasarımcılar yaptıkları “deneysel” araştırmada kimyasal karışımın patlayabileceğini de öngörmüş olmalılar. Böylelikle ülkemin bir yönünü daha ortaya çıkardılar. Biz kendimiz bu kadar açık ortaya koyamıyoruz dışarıdakiler bizden daha iyi beceriyor bu işi.

Mimesis “Bu vesileyle ifade özgürlüğü önünde engel oluşturan “muhafazakâr” ya da “ilerici” her türlü faşist saldırıyı hoşgörüsüzlük temelinde tartışmanın vakti geldi, geçiyor” “Onlar geri kalmıştı, cahildi, muhafazakârdı, sakallı ve türbanlıydılar” “Fikirlerini sanat yoluyla açıklayan birisine şiddet uygulamanın “çağdaş” ya da “muhafazakâr” versiyonları arasında ne fark var?” şeklinde ifadeler kullanmış.
Bu kapsamda örneğin “ilerici faşist saldırı” yı anlamakta güçlük çekiyorum. İlerici ise faşist saldırı yapar mı? Faşist saldırı ile muhafazakarlığı nasıl yan yana getirirsiniz. Ben “çağdaşlık,muhafazakarlık, gericilik,ilericilik” tanımlarının içinin yeterince doğru doldurulmadığını düşünüyorum. Bu boşlukta kalan tanımlar da birbirimizi anlamamızı engelliyor ve yerini doldurmayan yeni tanımlar icat ediyoruz..

Bu olay kapsamında bir konuyu çok düşünüyorum.
Biz kendi iktidarımızı, muhalefetimizi, yasamızı ,ekonomimizi vb dışarıya şikayet ediyor ve onlardan gelecek raporlara bel bağlıyoruz sanki. Globalizm mi yaptırıyor bunu bize?
Bizim kadar kendini yabancılar eliyle afişe ettiren, kendi maskesini düşürten başka bir ülke var mıdır acaba?  Toplumlar ne acılar yaşamış ne hatalar yapmış dahi olsalar kuralı konmamış ortak bir algı ve anlayış içinde olurlar. Bu kol kırılsın yen içinde kalsın demek de değildir.  Kastettiğim “Ülkenin yüksek menfaatleri” ifadesindeki mazeret de değildir.  Bu fanatik kulüpçülük de değildir. Ülke kendi eksiğini  bilir ve kendi iradesi ile düzeltecek sistemleri kurar.  Biz kendimizi sanki dışarıdakiler eliyle düzeltelim diye uğraşıyoruz.  Yabancılara saldırılınca gösterdiğimiz hassasiyeti kendi sanatçılarımızdan esirgiyoruz. Olay patlayınca herkes sanki kendisi yapmazmış gibi karşısındaki suçlayarak kendini temize çıkarma derdinde.  Ne zaman bir “aile” olacağız? “Aile” olmak için yabancılara mı ihtiyacımız var?

Mesela “Sanatçı işbirlikçi olmaz”a inanırım ben.  İşbirlikçi olursa da zaten sanatçı değildir. Yani bazı şeylerin isminde vardır tanımı. Sanatçı diye tanıdığımız biri işbirlikçilik yapmışsa bu sanatın tanımını değiştirmez o insanın tanımını değiştirir. Biz hemen  bak işte sanatçılar da işbirlikçidir ifadesine inanma eğilimindeyiz.  Galiba insanların kendi  içlerini, gruplarını, mesleklerini , partilerini ayıklayamamasından ileri geliyor bu.

Bu tür olaylardan sonra kendi ağzımızdan şöyle bir yargı çıkıyor : ‘Sanat yapıtlarına saldırma, geri kalmış toplum özelliği’dir

Bu benim çok ağırıma gidiyor ve üzülüyorum.

Melih Anık

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Atatürk ve Muhsin Ertuğrul ve de '.....çü'ler

Haldun Taner’in "Keşanlı Ali"si

Türk Tiyatrosu’nun Meseleleri