“Yeni Seyir Halleriyle Yerli Metinler” Söyleşisi Üzerine Düşünceler


Alternatif Tiyatro Mekânları Ortak Girişimi 12 Ocak – 20 Ocak 2013 tarihleri arasında “Yerli Metinler Haftası” düzenledi. Cumartesi’den Cumartesi’ye her  gece Ortak Girişim Tiyatroları’nın biri programa alındı ve takip eden Pazar günü(20 Ocak) Kumbaracı50 salonunda  Sevinç Erbulak’ın yönettiği “Yeni Seyir Halleriyle Yerli Metinler” söyleşisinde  oyunların yazarları görüşlerini paylaştı.

Son seyrettiğim oyun, “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”  ile ilgili hazırladığım yazıda ben de tiyatro yazarlığına büyük bir bölüm ayırmıştım. Yazıyı yayımlamadan önce yeniden gözden geçirmem için bu söyleşi toplantısı bana fırsat gibi geldi. “Dışarıdan” yazarlığa bakma çabam, yazımda Ebru Nihan Celkan’ın isminde  bir örnek olarak paylaştığım “yazarlığa” ait görüşlerim, yazarların kendi ağızlarından anlattıkları ile ne kadar buluşacaktı, bu merak ile dinleyici olarak toplantıya katıldım.

İlk bölüm tüm yazarların ilk tur konuşmalarından oluştu yaklaşık 2 saat sürdü; verilen aradan sonra “mekânın yaratıma etkisi”nin tartışılacağı duyuruldu. Ben merak ettiğim konuya odaklanmak istediğim ve de yoğun geçen iki saatten sonra aynı zindelikle devam edemeyeceğimi hissettiğim için o konu başlığında yapılan ikinci bölüme katılmadım, toplantıdan ayrıldım.

Sanıyorum toplantının en yaşlısı bendim.  “Genç ruhları” dinlemek, konuşmaktan daha önemliydi benim için. Ben de can kulağıyla dinledim ve not aldım. Dinlerken zihnimde yeni yeni sayfalar açıldı.

 Yazımı planlarken kimin ne dediğinden ziyade ne dendiğine hedeflenmem gerektiğini düşündüm. Yazımda farklı kişiler tarafından belirtilen görüşler üzerine kendi düşüncelerimi paylaşmak istedim. Bu yazı, konuşmalar sırasında aklıma gelen soru, görüşleri  de içeriyor. Toplantı sırasında sorsam, konuşmacının ve de toplantının insicamını bozma sonucunu doğuracaktı o nedenle vazgeçtim, yazımda sorarım dedim.

Toplantıdan ayrılıp yokuş yukarı yürürken aklımda bir soru vardı: Vurgu nerede? “Tiyatro”da mı, “mekân”da mı? Yani “alternatif olan”, “yapılan tiyatro” mu yoksa “mekân” mı? Toplantı sırasında aktarılan görüşleri hatırladığımda “alternatif olma beklentisinin” “yapılan tiyatroda” olduğunu hissettim. Örneğin Shakespeare’in bir oyunu aynı anda iki ayrı  topluluk  tarafından sahneleniyorsa “alternatif topluluk”tan beklenti de farklı. Bu beklenti genellikle “mâruz kalmak, dokunmak” kelimeleri ile anlatılıyor. Seyirci kendini,  oyunun bir parçası olmaya, harekete, şiddete, “action”a  hazırlıyor. Buna karşı çıkan da var ama onda da görüntüsel/fiziksel özellikler  dışında açık bir beklenti/vurgu yoktu gibime geldi. Anladım ki “alternatif tiyatro”, “in-yr-face” gibi algılanmaya daha açık. Bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. “Tiyatro” tiyatrodur. Alternatif tiyatro mekânlarını hatırladığımızda mekânın, imkânların elbette etkileri vardır ama sonucunda yapılması gereken “iyi tiyatrodur”. İşe, “alternatif olma” düşüncesiyle başlamamak gerekir. “İyi tiyatro”, “metin, metin okuma, oyunculuk, dekor vb” gibi tiyatronun temel ilkelerine özen  ile yapılır. Oysa benim çekincem (geçen hafta bir ‘twit’te yazdığım gibi) “alternatif tiyatro”nun,  giderek “modanın bir ürünü”  gibi algılanmasından kaynaklanmaktadır. Alternatif mekânların oyunları kendi çevresini besliyor ve bu çevreden besleniyor. Biçime yönelik arayışlara verilen önem, mekânın öne çıkışı, tırmanan şiddet, seyircinin etki alanına alınmasında denenen “zorlama”lar giderek kendi “özel” seyircisini yaratmakta, o seyirci daha çoğunu istemeye başladığı için spiral dışa doğru genişlemekte ve merkezden kontrolsüz biçimde kaçmaya başlamaktadır. Bu, ağrıyı dindirmek için aldığınız ilacın dozajı artmasına rağmen etkisini yitirmesine benzemekte, artık ilaç ağrıyı dindirmek yerine ağrının sebebi olmaktadır. Kendisi bir karşı duruş olduğu halde, “alternatif”, giderek karşıtını yaratmakta, “alternatif olmayan” tiyatro gibi bir algı beslenmektedir. Bu, mevcut tiyatroya karşı bir haksızlığı içermektedir,  ”modası geçmiş, eski vb” gibi. Bu arada “alternatif tiyatro” da başlangıçtaki “alternatif olma” özellik ve cazibesini yitirmektedir.  Bunun sonuçları seyirci sayılarına tesir edecektir.

Bu konu ile ilgili düşüncelerimi daha önceki bir yazımda belirtmiştim: (http://melihanik.blogspot.com/2011/04/tiyatro-02de-gene-bir-philip-ridley.html )
“Bir tiyatro modeli olarak ‘Suratına tiyatro’nun salt bir biçim olarak algılanması ve sahnelenmesi  sorun yaratmaya başladı. Bu anlamda tehlikeli buluyorum. Zira sahnede gösterilenler ‘örnek’ gibi de algılanabiliyor. Her tiyatro ekolü bir birikimin ve yaşanmışlığın sonucu. Bu birikim yıllar belki nesiller alıyor. Bir tiyatro oyunu, alt yapıdaki ayrıntılar ile tamamlıyor kendini. Oyun sahnelendiğinde yazarın ait olduğu toplumsal kökler kadar oyunu sahneleyenin, oyuncuların ve de seyircinin kökleri de işin içine giriyor. Biz dışarıda köklenmiş bir bitkiyi burada yaşatmaya çalışıyoruz. Bu Antalya sokaklarında ‘husky’ dolaştırmaya benziyor. Yorumlama ve sahneleme ve aynı durumdaki seyirciye iletme çabası, zor bir bilmeceyi çözmek gibi. Oyundan kendi anladığınız mesajı seyirciye ulaştırmaya çalışabilirsiniz. Bu durumda  metni araç olarak kullanıp taksim ya da doğaçlama yapacaksınız demektir. Başarınız, vizyon ve ‘teçhizatınızla’ bağıntılıdır. Ama eninde sonunda bir “kluge” olma riski vardır.(Kluge: Derme çatma çözüm)”

Diğer yandan “Alternatif”,  “imkânı az” olan anlamına da gelmeye başladı. Bir apartman katında bir bodrumda  kurulan bir tiyatro daha baştan özrünü ilan ediyor sanki: “Ne yapalım elimizden bu kadarı geliyor.”  Bu sanki imkân çok olursa “başka” bir tiyatro yapılacakmış gibi bir mesajı da içeriyor. Yapılanlar, aslında sorunun ufuktan kaynaklandığını gösteriyor. Zira “o” ufuk dar. Bu metni ”okuma”da kendini gösteriyor zaten. Hazır bir metin içindeki göndermelere de gereken derinliğin katılamadığını gördüm. “Kâinatın En Hızlı Saati” ile ilgili yazımda düşüncelerimi şöyle özetlemiştim: (http://melihanik.blogspot.com/2011/04/tiyatro-02de-gene-bir-philip-ridley.html )
Oyunu W.H.Auden , Oscar Wilde, Sophokles, Nietzsche, Shakespeare, Goethe, Pinter, Beckett, Sartre ve absurd’un eşliğinde ‘okursanız’  Kâinatın En Hızlı Saati’ini kendi çeşitlemenizi yaparak zenginleştirmeniz olanaklı.  Ama bu, seyircinin içselleştirmesine de bağlı.”

Söyleşiye katılan tüm yazarların kullandığı ortak kelime “doğaçlama” idi. Zaman zaman “atölye denemeleri” yapılıyor, “kolektif yaratıcılık” öne çıkarılmakta, “tasarıma” metin yazılıyor. Oyun yazma sürecinin tümü veya bir bölümü “doğaçlama” ile oluşturuluyor, her oyuncu kendi rolünü yaratıyor, istisnaları olmakla birlikte sonuçları kağıda döken “yazar” sayılıyor. Tüm süreçte herkesten “katılım” bekleniyor ve “ekip çalışması” yapılıyor. Yazarların hiç biri profesyonel değil, yani yazdıklarının geliri ile geçinmiyorlar. Alternatif tiyatro(AT), ekip halinde doğaçlayarak oyun yazan topluluktur  ve yazılan  o oyunların sahnelendiği mekânlara ATM denir gibi bir cümle kursam sanki yanlış olmayacak.

Ben gerek oyun yazımı sürecinde  gerekse sahnelemede  “ekip” çalışmasına inanmıyorum hatta zararlı buluyorum. Bence her iki uğraş da “bireysel”dir  ve öyle  olmalıdır. Sorumluluk “bireysellik” ile öne çıkar.  Bu, ekip sinerjisinden , “ortak akıl”dan yararlanmanın önünde bir engel değildir.  Birlikte tiyatro yapanların “ortak kültür, bakışa sahip olmaları” işin niteliğinde vardır. Ama o özellikler ortak metin oluşturmanın  gerekçesi olamaz.  Öte yandan bu, bir görüşe göre herkesin kendini yönetmene(“Tanrı Yönetmen”) teslim ettiği bir  “yönetmen tiyatrosu”nu da destekliyorum  anlamına gelmemelidir. Kendini “tiyatronun tanrısı” ilân eden yönetmen kendinden önceki “Tanrı”yı(?) yani yazarı unutmaktadır. Oysa tiyatro tüm ögeleriyle var olan ve sahnede oyuncusu, ışığı vb ve de seyirciyle tamamlanan bir sanattır.

Oyun yazma sürecinde “ekip çalışması” geniş bir katılımla tartışma yapıldığı için “en doğru” sayılması mantık olarak kabul edilen bir yanlışı desteklemek anlamına gelebilir. Yazar, konusunu seçmeli, araştırmalı, gerekirse uzmanlık yardımı almalı ama son cümleyi kendi koymalıdır. Farklı görüşlerin tartışıldığı ekip çalışmasında  doğaldır ki ilk inandığı düşüncesini terk edenler olacaktır. Bu karşındaki için kendinden vazgeçme anlamına gelir. O vazgeçişte nelerin etken olduğu ve süreci nasıl etkileyeceği  ise karmaşıktır. Piyes(metin), endüstriyel bir ürün değildir olmamalıdır. Yazar vazgeçmesi gerekiyorsa onu da eleştirilerin ve seyrettiklerinin ışığında kendisi bulmalıdır. Bu da metni  yönetmene teslim etmekle başlar.  Oysa gördüğüm kadarıyla yazarlık sürecinin bir üyesi  olan yazar aynı zamanda kendi yazdığı(?) piyesi yöneten ekibin de bir üyesi olmaktadır. Bazı yazarlar kendi piyeslerini yönetmek istemelerini  metnin doğru anlaşılmasını temin etme amacıyla açıklıyorlar ki bence yanlış. Zira piyes yazar öldükten sonra da var olacaktır. Esas amaç kendi düşüncesinin bir başka yönetmene istediği gibi aktarılıp aktarılmadığını anlamak olmalıdır. Böylelikle yazar “anlatma”yı öğrenecek, denemeler yapacaktır. Tabii ki bu süreç  başka yönetmenin metni nasıl okuduğu ile ilgilidir.”Anlatma” yereldir o nedenle bu sürecin içinde seyirci de vardır.  Bence , yazar metnine yabancılaşmalıdır. Kendi piyesinin  ilk rejisini yapan yazar(Beckett de olsa) oyunun ufkunu da sınırlamış olmaktadır. Sonradan o piyesi sahneleyecek olanlar  yazardan daha iyisini yapabilir mi? Herkes yazarın zirvesine mi ulaşmak zorundadır?  “O” bir “zirve” midir? Yazarın rejisi mutlaka bir model  ve bence gereksiz karşılaştırmaların yapılmasına neden olacaktır. Bu noktada Brecht, Shakespeare gibi yazarların kendi oyunlarını yönettikleri söylenebilir. Genellikle kendi yazdıklarını yöneten, yönetirken değiştiren tiyatro adamları kendi isimleri ile anılan türlerin öncü yaratıcısı olmuştur.  Ama dünyada kaç tane “onlardan“ var?

Kolektif üretimde oyuncu, ister istemez başka bir görevi de yüklenmek zorunda kalmaktadır.  Bazen oyuncudan kendi rolünü yaratması beklenmekte yazar ise kolajı yani metni  tamamlamaktadır. Yazarın işlevi de bu anlamda farklılık göstermektedir. Tiyatroda “iş bölümü” gereklidir. “Ekip olmaktan” maksat  iş bölümünün gerekli olmasıdır, herkesin her şeye ”karışması, bulaşması” değil. Herkes kendi yeteneğini ve uzmanlığını ekip başarısına katmalıdır.

 Türkiye’de “yazar yoktur “yerine “yazar yetişmemektedir”  bence daha doğru bir ifadedir. Özellikle son yıllarda yeni yazar isimleri duymaktayız, yeni metinler yazılmakta ancak “yazarın yetişmesi” başka bir husustur. Yazarın yetişmesi, metnin özgürce başka ellere bırakılması ve de yazarın ortaya çıkandan öğrenmesi ile mümkündür. Yazar yazdığını  izleme olanağı bulur. “Neyi anlatmak istedim, yönetmen ne anladı, seyirciye nasıl geçti vb” sorulara vereceği cevaplar yazarın “yetişmesini” sağlar. Oysa başından sonuna kadar sürecin içinde olan yazar, kendine dışarıdan bakamamakta, kendini  eleştirememektedir zira kabahatin paylaşılacağı ya da bir kısmının yükleneceği  bir “ekip” mutlaka vardır.   Oysa yazar kendine saplanan  “okları” kendi çıkarmalıdır. Bence bizde oyun yazarı vardır ama “yetişmiş oyun yazarı” azdır. Öte yandan “yetişebilmek için” yazarın kendine ait bir zaman yaratması ve de kendini şarj etmesi gereklidir.

Yazarlık “kayıt altına almak” için olduğu gibi, hatırlamak, hatırlatmak gayesi ile de yapılır. Hatırlanan da kayıt altına alınmış olur. Ancak “kayıt altına alma” amacı, piyesi “belgesel”leşmeye iter. “Belgesel tiyatro”nun da tiyatro sayılabilme koşulları vardır. Olayları ve de kişileri diyaloglarla veren her çalışma tiyatro sayılmamalıdır.

Oyunu yazmak için  yazarın kendini dış dünyaya kapatmasını anladığımı pek söyleyemem. Bence oyun yazmak için oyun yazılmaz. Yazma bilinçli olarak sürdürülecek bir eylemdir.

Bugün bazı oyunların ilk sahnelendiği haliyle devam etmediğini oyun oynanırken değiştiğini görüyorum, bu açıkça söyleniyor da. “Seyircilerden alınan verilerle oyunu değiştiriyorlar ama tema aynı kalıyor” zira “tiyatro kutsal bir şey değil” “eser kutsal değil”.  Yazar, “öğrenme sürecinde” Tüm bu ifadelerden tiyatroyu ilgilendiren hususlarda  yeni tartışma başlıkları açılmaktadır. Bu tür söylemlerden benim ilk aklıma gelen  eleştirinin durumu. Tiyatro oyun eleştirileri de kaygan zeminde demek ki.

Bazı oyunlarda “dış göz”ün kullanıldığı söyleniyor. Dış göz sahneleme sürecinde piyesle hiç ilgisi olmayanın bakışı olarak tanımlanıyor. Bahsedilen dış gözü anlamadığımı belirtmek isterim. “Dış göz” bir kere seyrettikten sonra “iç göz” olmaz mı? Her şey bittikten sonra seyirci ile buluşmadan önce oyuna “dış göz” bakıyorsa o zaman da çok geç değil mi?

Metinlerin zamanla imtihanı da önemlidir.  Sahnelerimizde 12 yıldır devam etmekte oyunlar vardır. Pek tabii ki yazarın bir derdi, “güne ait bir şeyler söyleme” arzusu, kalıcı olma hayâli olur. 12 yıldır, sahnede olan  piyesler aynı kadroyla  zamana nasıl direnir?  Bazen ilk haliyle başarılı olan piyeslerin aradan geçen zaman sonra eski özelliğini kaybettiği görülür. Zamanımızda “hız” etken bir faktördür, her şey hızla değişmektedir. Bu değişim, sadece seyircinin değişmesinden değil,” yeni nesil oyuncu”lardan da kaynaklanabilir. “Yeni nesil oyuncu”nun beklentileri, duruşu oyunun yazıldığı döneme göre çok farklı olabilir. Bazen de yazar fikri bulur şu veya bu nedenle yazmayı bekletir; metin akılda gezdirilir, demlenmeye bırakılabilir. Geçen süreçte bulunan fikrin esası(çıkış noktası) yerinde durmakla birlikte uygulaması ya da işlevi, niteliği değişmiş olabilir. Toplumun değerleri farklılaşır. İçinde yaşadığımız dünyanın değişim hızı yazarı zorlamakta ve yakalanan fikrin kısa sürede metin haline gelmesini âdeta zorlamaktadır. Ancak genellikle gündemi yakalama amaçlı hız, metnin gelir geçer olması riskini yaratır. Bence piyeslerin “zamana direnme  özelliği” en önemli özelliğidir. Ben bugün sahnelerimizde olan pek çok oyundan pek azının ileriye kalacağını düşünüyorum. Bunun nedeni de bence derinliğin olmayışıdır. Metinler bilinen hikâyelerin dialog ile anlatılmasına dayanıyor. Zaman zaman “tv dizi senaryolarının” piyes gibi sunulduğunu görüyorum. Dramatik yazarlık zayıf.  Dramaturgi nerdeyse yok gibi. Bunun yazarın kendini derinleştirmesi ile ilgili olduğunu düşünüyorum. 

Tiyatro ile uğraşanların şunu unutmaması gerektiğini düşünüyorum: Türk Tiyatrosu, Beyoğlu’ndan  ibaret değil. Sayısal çoğalma, niteliğin göstergesi ve garantisi değil. Türkiye’nin nitelikli ve tüm ülkeyi saracak ve sarsacak bir tiyatroya ihtiyacı var.

Emre Basalak’dan öğrendiğim( o da sözün başkasına ait olduğunu belirtti) bir sözü tekrarlamak isterim: “Oyunculuk bir meslek değil bir meseledir.” Ben genellemek isterim: Tiyatroculuk bir meslek değil bir meseledir”  “Oyunculuk, inşaat işçiliği, marangozluk gibi bir meslektir” diyenler  var ya, onlara sakın inanmayın!

Melih Anık

Yazarlık konusuna aşağıdaki yazımda da değindim:

Haneke ile yapılan söyleşinin konu ile ilgili olduğunu düşünüyorum:

“Mitolojinin Gücü” / Joseph Campbell- Bill Moyers / MediaCat

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Atatürk ve Muhsin Ertuğrul ve de '.....çü'ler

Haldun Taner’in "Keşanlı Ali"si

Türk Tiyatrosu’nun Meseleleri