Sinemanın Çehov’u : Bir Zamanlar Anadolu’da Nuri Bilge Ceylan
64. Cannes Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan Bir Zamanlar Anadolu’da filmi Türkiye’de vizyona girdi. Bir tiyatro oyunu gibi seyrettiğim filmin uyandırdığı düşüncelerimi paylaşmak geldi içimden.
Nuri Bilge Ceylan’ın sineması ilk filmden bu yana bana her zaman Çehov tadı vermiştir. “Bir Zamanlar Anadolu’da”da, bu tadın bilinçli bir tercih olarak ortaya koyulmuş olduğunu sonda(“end credits”) “Çehov’dan alıntılar”ı görünce anladım ve filmin yaratıcısı ile aynı düşüncede buluşmanın keyfini yaşadım. Yıllardır Çehov’u okumuş, tiyatroda Çehov oyunları seyretmiş bir Çehov tutkunu biri olarak doğrusu kafamdakine bu kadar uygun Çehov’u, tiyatrocu yerine bir sinemacının ortaya koymasına üzülmedim desem yerindedir ama aldığım zevk ile buna aldırmadım. Bu üslûp, güldürmek için zorlamamış, olaylar ve kişilerin halleri ile dudaklarınıza kondurulan acı ama şefkatli bir gülümseme olarak çıktı karşıma. İnsanı anlama ve anlatma gayretinin bir sonucu ve acının içindeki komedi idi, hem tam da Çehov’un istediği gibi(bence).
Film ikiye bölünmüş, ilk yarısı karanlıkta ikinci yarısı aydınlıkta geçiyor. İkisinin arasında ise Muhtar’ın kızının masum yüzü var.
Film ıssız ve karanlık bir bozkır gecesi ile başladı. Gözün zorlukla algılamaya çalıştığı bu ortam perdenin sol yanında görülen bir aracın farı ile aydınlandı. Arka arkaya gelen üç aracın farı, yolu çizdi, gölgeleri sildi. Yönetmen hikâyesini acele etmeden anlatacağının ilk ip ucunu verdi bu sahnede. Gitgide yaklaşan altı farın mekânı belirginleşmesini bekledik ve araçların içinden çıkanların gölgeleri, tanıdık bir atmosferi çağrıştırdı.Hikâyeyi anlamaya başladığınızda, olay yeri zaptı düzenlemek için bir mezar yeri arayan bu adamlar aslında metafor olarak hepsini içine alan bir büyük mezar içinde idi. Film ilerledikçe mezar bulundu, domuz bağı ile bağlanmış ceset ortaya çıktı ve gelişen olaylara bağlı olarak film kişileri o büyük mezardan çıkmaya, kendi iplerini çözmeye başladı. Savcının, doktorun, komiserin ve de zanlının hikâyeleri iç içe geçirilmiş bir bilmece parçası gibi idi, kendi yollarında gidiyor ama birbirlerini tamamlıyordu. Film herkesçe bilinen bir ‘sır’ın gizemli gölgesi ile başladığı gibi bitti, aynı “yalnız ve güzel ülkem” ifadesinin sakladığı engine açıldı.
Filmin sonunda epey süre alan otopsi sahnesi ve olayın “kapatılması” bir ülke metaforu idi bence. Açılan ve ortaya çıkan organlar yerlerine alelacele konacak, üstü dikilecek ve “resmi tarih” yazılacaktı. Bu filmde Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nde yaptığından çok daha farklı bir söylem vardı ve bu söylem, “yalnız ve güzel ülkem”in göz pınarlarında oluşturduğu göz yaşı damlası kadar samimi ve şefkatli idi. Sanırım bu söylem ile Nuri Bilge Ceylan, ülkesinin derdini Orhan Pamuk’dan çok farklı olarak dert edinmiş, anlatıyordu.
Nuri Bilge Ceylan, uluslar arası başarılarına rağmen dünyanın “hoşuna gitmek” için kurmuyor; yerel olana, en iyi bildiği üzerine kuruyor sinemasını. Biliyor ki kalıcı olan yerel ve samimi olandır ve yerel olmadan uluslar arası olunmaz. Teknik olarak uluslar arası dili kullanırken kelimeleri ve anlatımı ile yerel olandan besleniyor.
Filmin unutulmaz sahnelerinden biri Muhtar’ın kızının ağır adımlarla, karanlığı aydınlatarak, ortasındaki gaz lambasının etrafına dizilmiş çay bardakları olan tepsiyi getirişi ile başlayan sahnedir. Nuri Bilge Ceylan’ın sinema dünyasına bir armağanıdır bu sahne bence. Sert giden bir atmosferin yumuşatılması, bir düğümün çözülmesi, ruhların kendi geçmişlerinden(mezarlarından) çıkmalarını sağlayan gaz lambasının titrek ve soluk ışığı ile kızın masum ve güzel yüzü, herkesin hayâlindeki bir güzelliği hatırlamasına, ruhtaki yumuşaklığın titremesine neden olur ve o sahne, filmin dönüm noktasıdır. O sahneden sonra kişiler sert kabuklarını kendi elleriyle kırmaya başlar ve aydınlık görünür, tan yeri ağarır usul usul..
Doğadaki gelişmelere paralel, yağdı yağacak bir yağmur, şimşek ve gök gürültüleri aslında doğayı insanla birleştirmektedir. Yağmur damlaların düşüşü doğanın arınması ise , insanların arınması da göz yaşı iledir. O göz yaşı maktülün karısının hayata sert bakan göz pınarlarında dökülürken kurumaktadır.
Köye morg yapılması, otopsi sırasındaki diyalog, mola verilecek köy üzerine geçen tartışma, “eşek”li sataşma, unutulmuş ceset torbasından çıkan çekişme, Clark Gable benzerliği, zanlının peşinden giden komiserin ıslanan çorapları vb olayları içeren sahneler filmin tebessümü sanki. Cesedin bagaja sığması için bulunan çözüm ve gerçek nedeni, komiserin görevini yaparken hasta çocuğuna ilaç yazdırma kaygısı, ceset mezardan çıkarılırken tarladan koparılan kavunların bagaja zorla yerleştirilen cesedin yanına atılması ve açık kalan cesedin üstünün battaniye ile kapatılması ise traji komik sahneler. Diyalogların doğallığı sanırım Nuri Bilge Ceylan’ın bir tercihidir ve doğaçlamaya izin vermesinden kaynaklanmaktadır.
Filmle ilgili tek itirazım, olayları “göstererek” anlatırken olayın aydınlanmasını komiserin ağzından hikâye etmesindedir. Bu filmi ikiye bölmüş gibidir. Gösterme ile başlayan film kısa bir ‘ara’ verir ve kaldığı yerden ilk bölümün söylemi ile devam eder ve sonlanır.
Filmde oyunculuk üst düzeyde. Ben özellikle muhtar rolündeki Ercan Kesal’ın doğallığını sevdim, Taner Birsel’in ufak ayrıntılı ama büyük oyunculuğunu beğendim, Yılmaz Erdoğan’ın başarılı komiserini hayretle izledim, doktor Muhammet Uzuner’e hayran kaldım, Fırat Tanış tam rolünün adamı olmuş dedim.
Şimdi gözlerimi kapayıp filmi düşündüğümde bazı sahneler karışık sıralar halinde gözlerimin önünden geçiyor. Bir sinemacının başarısı seyircisinin hayâlinde çıkmamacasına bıraktığı izlerde saklı değil midir!
Yabancılar filmi beğenmişler ama benim aldığım tadı hiçbir zaman alamayacaklar, o “benim”(yani bu topraklarda yaşayanların) ayrıcalığım. Bu ayrıcalığımla gurur duyuyorum. Ben Oscar’ımı verdim “Bir Zamanlar Anadolu’da”ya çoktan. Eğer dünya sineması vermezse bilin ki yanlış yapmıştır!
Melih Anık
Yorumlar
Yorum Gönder