Salzburg Mozart Haftası (29 Ocak - 2 Şubat 2014)
29 Ocak 2 Şubat 2014 arasında Salzburg Mozart Haftası
etkinliklerinin bir bölümünü izleme şansım oldu. Müzik ile ilgili
değerlendirmelerim “beğendim, beğenmedim”den öte olmayacağı için bazıları gibi
müzik otoritesi gibi davranıp çizmeyi aşmadan
Salzburg’a ilişkin gözlemlerimi
ve düşüncelerimi “kendimce” paylaşmak için bu yazıyı yazdım.
Salzburg adından anlaşılacağı gibi (Salz) tuzu ile meşhur
olmuş bir şehir. Bu isim tuzun altından değerli olduğu zamanlardan tuz ocakları nedeniyle geliyor. Şehrin
içinden Salcace(ismi tuzdan geliyor) nehri tertemiz akıyor. Şehrin iki bölümü
köprülerle birbirine bağlanmış. Bisiklet ve yürüyüş için ideal bir şehir.
Şehrin eski yapıları ve şehre tepeden bakan kalesi ve her köşede hatırlatan
simgeleri ve heykelleri ile insanın içinde Mozart çağına götüren bir his
uyandırıyor. Ama Mozart’ın doğduğu zamanlarda(1756) sokaklarında domuzların
dolaştığı çamur nedeniyle yere serilen tahtalar üzerinde yürünen bir şehirmiş. İnsan
onu hayâl edince Mozart gibi bir dâhinin içinde yaşadığı çevreye rağmen yaptığı
bestelere hayret ediyor.
Mozart klasik müziğin –galiba bale dışında- her alanında
eser vermiş. Muhtemelen bu iddialı kişiliğinden gelen bir özellik. Krallara
kafa tutmasında küçük yaşına rağmen koskoca orkestrayı yönetme cesaretinde ona
bahşedilmiş tanrısal dehanın izleri var. Bana öyle geliyor ki Tanrı Mozart’ı
kendi sonsuz dehasının küçük bir göstergesi olarak dünyaya göndermiş ve onun
başardıklarına bakarak müthiş keyif almıştır. Ama o derecede kıskanç zira
Mozart’ı 35 yaşında yanına almış. Bence Tanrı, bu dehalarla çok ilgili,
sıradanlarla çok ilgilenmiyor, onları kendi kaderlerine bırakıyor.
Salzburg çevresinde küçüklü büyüklü pek çok saray var. Onlardan biri de Bellbrün
Sarayı. O sarayda bahçede inşa edilmiş bir masa ve çevresindeki beton koltuklar
çok ilginç. Koltukların ortasında birer delik var. Piskopos çok şakacı biriymiş
dostlarını yemeğe çağırır o masa etrafındaki koltuklara oturan misafirlerinin
altından su fışkırttırırmış. Ne şaka ya.. Ya da ne aşağılama.. Mozart’ın
Salzburg Piskoposunun yanından kavga ederek ayrılmasını ve özgürlüğünü
seçmesini daha iyi anlatmak için yazdım. Zira o dönemde müzisyenler saraylarda
uşak kadrosunda çalışırmış garsonlar gibi, bağlı olduğu efendinin kölesi
durumundaymış. Mozart bu düzene baş kaldıran bir müzik adamı.
Mozart 35 yaşında öldüğü zaman(1791) 600’den fazla eser
bırakmış geride. Fakir ölmüş. Mozart’ın üzerinde az durulan bir özelliğini
seyahatim sırasında okuduğum bir kitaptan öğrendim. Mason olduğu söylenen
Mozart aslında bir devrimci. Zenaatçi sanattan uzaklaşarak yâni zenginlere,
otoriteye ısmarlama müzik yapmayı reddedip özgür müzik yapmak için hazır maaşı
bırakmış ve kendini piyasaya atmış. Viyana halkını yaptığı müzikle kendine
hayran bırakacağını düşünmüş. Oysa Viyana
halkına güvenilmeyeceğini, halkın piskoposun ya da hükümdarın yönlendirmesine
göre müzik sevdiğini bilmiyormuş.
İsyancı Mozart belki de boyun eğdirilmek için zamanın otoritesi
tarafından dışlanmış. Mozart aklı ile piyasa arasında sıkışmış kalmış. Kendine
sonra mesela Beethoven belki de tarihten
ders alarak durumu iyi idare etmiş ve
hem kendi özgürlüğünü koruyabilmiş hem de otorite ile uzlaşabilmiş. Belki de
Mozart’ın çektiklerini bildiğindendir. Bu kez kısa sürede Mozart bombardımanı
altında kaldığımdan Mozart’ın eserlerinin tiyatral yanını keşfettim. Mozart’ın
müziğini esas alan oyunlar yazılsa keşke diye düşündüm.
Dünya Mozart’ı,
Mozart filmi ile tanıyor. Deli dolu hatta biraz çılgın bir portre çizilmişti o
filmde. Ama Salieri’nin gerçek olmayacak kadar kötü olmasına bakarak bunun
yönetmenin işi olduğunu söylememiz mümkün. Ölümüne yakın yıllarının
fotoğrafları Mozart’ın öyle olmadığının delili gibi.
Biz 29’unda gittiğimizde Mozart Haftası 22 Ocak’ta başlamıştı, ayrıldığımız gün yani 2 Şubat’ta sona erdi. Bu haftanın seçilmesinin özel bir nedeni var tabii. 27 Ocak Mozart’ın doğduğu gün. Biz 29 Ocak’ta Salzburg’da olduğumuz için 27 Ocak günü şehrin merkezindeki Mozart’ın doğduğu evin önünde yapılan şenliği göremedik. Salzburg kış festivaline gitmek isteyenlere bir hatırlatma olsun. Buradaki inanışa göre kış festivali müziği bilenlerin festivali sayılıyormuş. Salzburg’da bir de yazın yapılan bir festival var. O da zenginlerin, Dük, Düşes, Konteslerin kırmızı halılarda yürüdüğü gösteriş festivali olarak azıcık küçümseniyor. Avusturya’da bu eski unvanlar hala kullanılmakta imiş. Bir de çağımızın “kralları” var. Red Bull’un sahibi Avusturyalı bir zengin. Bence kendisine ne dese yakışır! Özel araba ve helikopter koleksiyonu varmış. Salzburg’un hemen dışında kurduğu krallığın merkezine dışarıdan baktık. Yaratılmış küçük bir göl ortasında özel tasarlanmış bir mekân. Tayland’ın içkisini alıp formülünü hafifçe değiştirerek enerji içeceği yapmış. Öküzün önemi eski bir mitolojik hikâyeye bağlı olarak Avusturyalılara sempatik geliyormuş da o yüzden içeceğin reklâmını da “öküz kanından üretiliyor” diye yapmış. Almanya çok yakın zamana kadar Red Bull satışını yasaklamış. Ama bilirsiniz para kapı açar. Almanya’da da açmış! İşte bu “KRAL” şahıs, kazalar sonunda ortaya çıkan omurilik hastalıklarının tedavi edildiği hastanenin de sponsoru imiş. Bu bana traji-komik geldi. İnsanları önce kafa yaptır ayağa bağlı halat ile yükseklerden atlat sonra da tedavisine katkıda bulunduğun için ödüllendir. Beyefendi “bungi jumping” gibi heyecan oyunlarının ve de buz hokeyin de akla gelen ilk ismi. Olur böyle şeyler. Zamanın ruhu da bu!
Mozart Haftasının yoğun bir programı var. Biz bile
kaldığımız dört günde yedi gösteri seyrettik. Program tabii ki Mozart’ın
eserlerine ağırlık veriyor. Ama bu yıl olduğu gibi 250. Doğum yılı nedeniyle
Gluck, 150 yıl dönümü nedeniyle Richard Strauss gibi besteciler de
hatırlanıyor. Son zamanların ünlü bestecisi Arvo Part bu yılın onur misafiri idi.
Kendisine özel bir parça ısmarlanmıştı. Festivallerin
özel bir görevinin de bu olduğunu düşünüyorum. Öte yandan Estanya’nın bu kadar bu kadar çabuk
AB’ye alınmasında Arvo Part’in rolünün olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Eseri
çalınırken salonda olduğunu maestronun parça bitiminde onun oturduğu (salonun
arkalarındaki) yere giderek onu getirmesiyle anladık. Koskoca maestro
bestecinin ayağına gitti ona sarıldı ve el ele sahneye getirerek onurlandırdı. 8Bizim
tiyatroda yönetmen yazarı anons ediyor, GSY de yazardan sonra sahneye en son davet
ediliyor ve alkış çalıyor.) Daha önce bir eserini dinlediğim ama beğenmediğim
Arvo Part bu festivalde benim favorilerim arasında girdi. Demek ki bazı eserler
bazı yaşları ve anları bekliyor. Part’in müziği ulvi duygular veriyor inansın
içine. Mistik, gizemli, hayâli kışkırtan, tasavvufi… Bu yıl kendisinden sipariş
edilen eser Swan Song idi. Bu yıl programda Mozart’ın bir keman eseri vardı o
da bize denk gelmedi. Genellikle Mozart’ın piano eserleri, senfonileri
ağırlıkta idi.
Mozart haftasının iki önemli ismi var. Biri CEO ve Genel
Artistic Direktör olan olan Matthias Schulz diğeri ise Artistik Direktör olan
Marc Minkowski. Minkowski çok ünlü bir maestro. Bu ikili, festivalin
düzenlenmesinden sorumlu. Şimdiden 2015
yılının programı ve kitapçığı da hazır. Ama Barenboim’in elini sakatlaması
nedeniyle değişen program gibi son dakika değişikliklerine hazır olmalısınız.
Bilet iade etmiyorlar. Biz de Barenboim’in parmaklarından dinleyeceğimiz piano
yerine Kit Armstrong isimli bir gencin parmaklarından çıkan bir başka bir
programı dinledik ışıltılı salonda. Kit’in repertuarı oldukça karışıktı. O da
söyledi, çaldığı Mozart ve Haydn
birbirinden tamamıyla farklı iki besteci.
Bir solist arka arkaya çaldığı besteciden besteciye nasıl geçer diye
düşündüm, hele de bu kadar farklılarsa. Armstrong’un beden dilinde bu farkı
gösterecek bir farklılık görmedim ben.
Sınırlı müzik bilgimle anladığım kadarıyla besteciler arasındaki fark,
yorumlarda da ortaya çıkmadı. O genç için büyük bir şanstı. Kendisini birkaç gece önce altın madalya verilmiş olan
duayen Alfred Brendel tavsiye etmiş. Programı
bence çok sıkıcıydı. Matthias Schulz
konser öncesi sahneye çıktı ve Almanca-İngilizce programdaki son dakika değişikliğini(Branboiim
bir gün önce sakatlanmış) açıkladı. Pianist
Armstrong, genç yaşına rağmen çok şeyler yapmış. O ilerde dünya çapında olursa Salzburg’da izledik demek
bizim tesellimiz olacak. Onun Barenboim’a ayrılan ışıltılı salonda sahne alması
benim içimi burktu. Zira Fazıl Say’a verilen sahne çok sade bir sahne idi. Bembeyaz
bir duvar önünde camlardan içeri vuran gün ışığında çaldı Say. İkinci
konserinde sahnenin iki yanına iki büyük saksı konulmuştu. O sahnede Mozart’ın beş yaşında sahneye
çıktığı söylenince kendimi teselli ettim. Fazıl Say piano çalarken dışarıdan
duyulacak kadar dudakları ile notaları da seslendiriyor. Bunu, Mozart ile
konuşuyor diye yorumlamak hoşuma gitti. Türkiye’den giden turlar genellikle Fazıl Say’ın
sahne alacağı günlere denk geliyor. Fazıl
Say konserlerinde 700 koltuk kapasiteli salonda Türkiye’den gelen yaklaşık 100
kişi vardı. Devletimizin yalnız bıraktığı Fazıl Say’a bu kadarcık bir desteğin
içinde payım olduğu için çok mutluyum. Fazıl Say gelecek yıl da Festival’de
olacak.
Fazıl Say iki konserde sekiz piano senfonisi seslendirdi.
Kit Armstorg’u da dinledikten sonra tecrübenin ne kadar önemli olduğunu Say’ı
dinlerken anladım. Fazıl Say sanki Mozart’tı. (Bence çağımızın Mozart’ı desem
yanlış olmaz. Onun gibi bir deha.) Benim okuduğum tanıdığım Mozart’ın eserleri
böyle olurdu. Özellikle bir Türk Marşı çaldı ki inanılmaz bir yorumdu. Bis
parçası olarak Fazıl Say parçayı virtüözitesini göstererek öyle bir yorumladı
ki tüylerim diken diken oldu. Benzer şekilde bis parçası bizim “daha dün
annemizin kollarında” diye bildiğimiz parçada nasıl bir müzik aleminde
dolaştırdığını, kanımızı hızlandırdığını yerimizden uçarak coştuğumuzu anlatabilmem mümkün değil. Fazıl Say’ın önünde duran notalar aslında Mozart’a saygının
göstergesi. Zira nota defteri olmasa eser Fazıl Say’ın sayılacak kadar
“SAY”laşıyor. Fazıl Say’ın parmaklarında
notalar kılıç gibi, kimi zaman düelloya çağıran bir eldiven, bebeğe seslenen
bir ninni, havaya kalkan yumruk olmuş sol el, bazen âdil bir hükümdar, göğse acıyla
vurulan bir yumruk, bir zılgıt, bir nara, bir haykırış, Tanrı’nın kutsal ışığı,
bir çığlık, bir son nefes oluyor sanki. Boyun eğmeyen, direnen, kararlı
duruşunu pianosundan çıkan seslerden duymak mümkün. Tarihin mezarlığında
unutulacaklar içinse vicdan azabı. Fazıl
Say elleri ile konuşuyor ve onlara ne olacaklarını söylüyor gibiydi. Sanki
Mozart’ın elleri o eller. Bazen de bir hayâli işaret ederek işte bu senin için
diyor gibiydi. Bazen havayı karıştırıyor, dalgalanan bir esintiden
topladıklarını pianonun tuşlarına kimi zaman nezaketle kimi zaman hışımla
bırakıyordu. Tüm bunlar seyirciden karşılığını aldı. Fazıl Say’a gösterilen
önem ve verilen değer çok açıktı. Konser sonlarındaki çılgın alkışlar sadece
yüz kişiye ait olsa sönük kalırdı ama tüm salon ayakta alkışladı Fazıl Say’ı.
Vitrinlerde Fazıl Say’ın eserleri vardı. Türk olduğumuzu anlayan Fazıl Say
diyordu bize. Ne gurur yaşadık! Teşekkür ederim Fazıl Say!
Orkestra elemanlarının “act” etmelerinin örneğini
çok gördük. Örneğin Scottish Chamber Orchestra’da ikinci kemanlardan gözleri
çekik bir hanım öylesine “act” ediyordu ki.. Önce sahneye girerken sonra akor
sırasında birinci kemanların birincisi ile uzaktan bakışlar fırlattılar
birbirlerine. Solist pianist ile göz kırpıştı, maestro pianonun yerleştirilmesi
nedeniyle geriye doğru gittiği için
kendini göstermek için olanca hareketliliği ile kendini ona göstermek ve aferin
almak için çok uğraştı. Konser arasında yanımdan geçti ona “seni hayranlıkla izliyorum”
diye laf attım. Bana “beni heyecanlandırma” dedi. Ama ikinci yarıda da “act”
etmeye devam etti. Tüm bedeniyle çalıyordu kemanı. Orkestradaki bir viyolacı
hanımın bantları taşlı ayakkabıları ve çizgili çoraplarını gösterme gayreti
gözlerden kaçmadı. Ama hiç değilse fark edilecek kadar çok kadın sanatçı vardı
sahnede. Viyana Filarmoni’ye kadın sayısının az olması nedeniyle “maço”
orkestra deniliyormuş. Bu konserlerinde de ben en çok beş kadın saydım. Yüzde
on gibi.
Orkestra şeflerinin ve de solistlerin de bir modası var,
artık eminim. Bu şeflerin imajlarının da bir parçası. Örneğin Fransız şef Marc Minkowski, bavul katları üstünde duran siyah pantolonu ve arkasında kötü dikiş
ve kumaş nedeniyle havalanan siyah gömleği ile adeta bir isyancı havasındaydı. Ayakkabılarının
ökçeleri ezilmiş ve tozlu idi. Sokaktaki bir eylemden sahneye doğrudan çıkmış gibiydi. Fazıl Say siyah pantolonu ve stili aynı ama
kol kapaklarının renkleri farklı siyah gömlekler giyiyor. Barenboim, papyonsuz beyaz
smokin gömleğinin üstüne frak gibi etekli , küçük ve devrik yakalı bir ceket
giymişti. Ben biraz şişmanlamış ve yaşlanmış gibi gördüm. Sol eli bandajlı idi.
Elindeki sorunun sol elin baş parmağından kaynaklandığı anlaşılıyordu. Konser
sırasında kendi makam platformunun arkalığına sık sık yaslandı ve bir ara da
tökezler gibi oldu. Onun yerine solo pianoda Kit’i seyredenler iyi ki Branboim çalmadı demişlerdi.
Bunları da genellikle tur liderleri söyledi, sanki onların kabahatiymiş gibi
değişikliği telafi etme gayreti ile. Oysa ben daha önce maestro olarak
seyrettiğim Branboim’in solo pianosunu dinelememiştim hiç. Programı seçmemin nedenlerinden biri de
buydu. Şansızlık oldu. Biz de beş cd’lik bir set satın aldık onu evde dinlemek
için.
Scottish Chamber Orchestra (SCO)’nın şefi Robin Ticciati, çok yakışıklı. Bence onun
konserleri genç kızlarla dolup taşıyordur. Kıvırcık saçları ve gamzeleri çok
belirgin yüz hatları ve sempatik gülüşü ile gamzelerini ortaya çıkarışı çok
genç kızı yakıyordur bence. Ama
yakışıklılığın ötesinde iyi bir maestro olduğunu da gösterdi. SCO, Arvo Part’in
bir eserini, “Cantus in Memory of Benjamin Britten” çaldı. Maestro bu eserde
tüm orkestra ile birlikte “act” etti. Eser başında şef elinde “stick” havada
donmuş gibi beş on saniye durdu. Orkestranın da elleri havada dondu. Eser uzaktan
gelen çan sesleri(?) ile yavaştan başladı, giderek yükselen ve sanki düzensiz gibi gelen
seslerin içinde biz anlamı ararken ve de kaosun içine doğru sürüklenirken eser aniden sustu. Orkestradaki herkes dondu
kaldı. İşte o anda nasıl bir sessizliğin
içine düştüğünüzü anlıyor ve şaşırıyorsunuz.O anda kendinizle kalıyor, içinizden dalga dalga
yükselen iç sesinizi duyuyorsunuz. SCO’nın icrasını çok beğendim. SCO, ayrıca
Beethoven’in 5 nolu Senfonisi’ni çaldı. Hani şu “Kader Senfonisi” olarak
bilinen senfoniyi. Çocukluğumda klâsik müziği sevdirmek için olacak her besteye
bir hikâye yazmak adettendi. Bu
senfonide girişteki müziğin kaderin (ölümün) kapıyı çalışı gibi okutulurdu. Kader ile insanın mücadelesi idi eser. O
minvalde dinledim hep. Başka eserlerde de illa kuzular, kurtlar, fırtına, dalga
sesi falan müziğin içinden çıkarılırdı. Artık eserlerin içindeki “hikâyelerden
çıkma” yaşındayım galiba. Eserler bana başka duygular veriyor. Ben eserleri hikâyesi
için değil duygusu için dinliyorum. Müzik tahsil etmiş eşime sordum bir şef,
orkestraya eserin hikâyesini mi anlatır
diye? O da “müziğin kuralları ile nasıl çalınacağını ve de içindeki duyguyu
anlatır, eğer eserin çok tekrarlanmış bir hikâyesi varsa ki herkes de bilir
zaten bahseder geçer” dedi. Ben SCO’nın
yorumladığı 5. Senfonide yerimde duramadım hikâyeyi unuttum notların
sürüklediği bir duygu atmosferine
kapıldım. Tellerden ateş çıkıyordu sahnede. Çok özel bir yorumdu. İcrası o
kadar beğenildi ki bis parça çalmak için sehpalarda saklanmış nota kitabını
çıkardılar. “İngiliz usulü Dvorak” dedi şef.
Her orkestra beğenilmek ister. Hazırlık da yapar. Ama alkışlar sönükse
hayâl kırıklığı olur, herhalde. Bu beklenti beni hep hüzünlendirmiştir.
Mozart’ın hayat hikâyesini
merak etmemek mümkün değil. Einstein’in yazdığı biyografinin İngilizcesini
bulamadım. Salzburg’da İngilizce kitap bulmak biraz zor. Şimdi Mozart kitapları
peşine düştüm. Daha önceden bildiğim her şeyi ayrıntısı ile okumak istiyorum.
Viyana Filarmoni Orkestrasının sahne aldığı konserlerde
sahnede nota sehpalarına asılmış iki keman bir viyola gördüm. Sordum soruşturdum bunların yedek olduğu
söylendi. Konser sırasında sorun olursa bunlar çalınacakmış. Hiç olmuş mu
bilmiyorum ama bana doyurucu bir cevap gibi gelmedi. Orkestradan seyrettiğin her
iki konserde de enstrümanlar aynı yerlerinde idi. Viyana Flarmoni’nin sahne
düzeni de alışılmış değildi. Sağ yanda olmasına alıştığımız kontrabaslar sol
arkada idi. Dünyanın ilk üçü içinde olduğu söylenen orkestranın performansına
hayran kaldım. Orkestranın disiplini, aynı partisyonu çalan enstrümanlardan
çıkan tek ses mükemmeldi.
Festival’in gözde isimlerinden biri de “countertenor” Bajun
Mehta idi. Mehta, Zubin Mehta’nın da
hısımıymış. Onu Orfeo ve Euridice isimli operada Orfeo rolünde seyrettik. Oyun onun üzerine kurulmuş
gibiydi. Gluck bu eseri defalarca
yazmış. Sahnelendiği ülkeye göre değişen tenor, alto, soprano castrato, mezzo
soprono sesleri için yazılmış versiyonları var. Şimdi Oerfeo’yu counter tenor seslendiriyor. Bizim
seyrettiğimiz eser daha az sahnelenen Viyana usülüne göre yazılmış olan. Mehta
kendi sesinin dünyada bir numarası sayılıyor.
Orfeo ve Euridice çok basit bir hikâye üzerine kurulmuş bir opera.
Arasız 1,5 saatte bitiyor. Rejiyi yapan çok öne çıkmamaya çalışmış. Bu müziğin
öne çıkmasını sağlamış. Dans yok. Ölüm
rolünde Siyah Orfe filmindeki “ölüm”ü görür gibi oldum. “Amor” rolündeki Ana Quintans’a dikkat
etmeli. Konusuna aldırmadan dinledim, bir konser tadı alarak. Çok keyifli bir
opera seyrettik.
Salzburg Mozart’tan
sonra Neşeli Günler(The Sound of Music) filmi ile de tanınıyor. Ailenin oturduğu ev Salzburg’un
içinde. Film Salzburg içinde ve
çevresindeki bazı saraylarda çekilmiş. Doğal olarak bu mekânlara turlar
düzenleniyor. Biz de gezdik. Film gerçek bir hikâyeden esinlenmiş, anlatılan ailenin
babası eski bir subaymış. Birinci dünya savaşında bir Fransız fırketeyn
batırdığı için kahraman sayılan biri. Karısı genç yaşta ölmüş yedi çocuğu ile
kalmış. Salzburg’da değişik yerlerde filme ait bir anı bulmak mümkün. Çocuklar
işte bu ağaca tırmandılar, “doremi şarkısı şu köprüde çekildi, işte bu gazeboda
şu sahne , işte şu gölde kayıkla sahne
çekildi. En küçük oyuncu suya düştü de Julie Andrews kurtardı. Aile bu dağın
arkasından İsviçre’ye kaçtı diye
gösterildi ama bu dağın arkasında İsviçre yok. Zaten aile İsviçre’ye
değil trenle İtalya’ya kaçmış. Aile, dini müzikler söylemede ustaymış bir
rahipten ders almış. Maddi açıdan zor duruma düştüklerinde turnelere çıkmışlar.
Holiwood kendi istediği hikâyeyi anlatmış, işine geleni yapmış. Avusturyalılar
daha önce de iki defa çekilmiş filme ilgi göstermemişler. Gerçek bir aile
öyküsünün Bolivudlaştırılmasına kızmışlar.
Mozart ‘ın müze olmuş doğduğu evde ilgimi çeken bir oda var.
Yumurta biçiminde, çevresinde oturma yerleri (kerevet)olan duvarları ahşap
kaplı ve gizli aydınlatmalı sade ve yalın küçük bir salon. Derinlerden bir yerden müzik
sesi geliyor. İnsan, gözüne hiçbir şeyin çarpmadığı bu sadelikte sadece müziğe
konsantre oluyor. Mükemmel bir dinginlik veriyor bu hal. Bir an için evimde
böyle bir mekân hayâl ettim. Gözleriniz kapatmaktan daha etkili bir dünya içine
düşüyorsunuz. Oradan uzun süre ayrılamadım.
Avrupa’da tiyatroya gidildiğinde ülke fark etmeksizin aynı
ritüel takip ediliyor. Koyu renk ceketli ve kravatlı erkekler ve yanlarında
abiye giysiler içinde özenli hanımlar gösteri binasına girdiklerinde doğrudan
vestiyere gidiyor ve dış giyimlerini bırakıyorlar. Oyun kitapçığını alıyor, arkasından büfeden
aldıkları bir kadeh köpüklü şarap eşliğinde fuayede oyun başlama saatini sohbet
ederek bekliyorlar. Gösteride ara var ise salon tamamına yakın boşalıyor. Yine
büfe önünde sabırlı bir sıra oluşuyor. Köpüklü şarap alınıyor ayaklar açılıyor.
Tuvaletler önünde uzun sıralar bekleyen kadınların kaderi her ülkede aynı. Oyun
sonunda coşkulu alkışlar esirgenmiyor.
Üçüncü selamdan sonra salon yavaş yavaş boşalıyor, vestiyere
koşuşturmaca başlıyor. Vestiyer önü çok kalabalık oluyor ama herkes sırasını
bekliyor sabırla.
Bir opera ve üç
orkestra konseri seyrettiğimiz iki salon eski ahırlardan dönüştürülmüş 1496 ve
2116 koltuk kapasiteli iki gösteri mekânı yaratılmış. Bizim yetkilileri,
mimarları, müteahhitleri götürüp
göstermek gerek. Diğer iki salonun
kapasiteleri de 648 ve 810’du. Hepsinde de salonlar doluydu. Gösterilerin bilet
fiyatları yüksek, hem de çok yüksek. Salzburg’lulara özel tarife uygulanıyor mu
bilmiyorum. Ama olay dünya çapında olunca Salzburg da bu fırsatı ekonomik
olarak da lehine çevirmiş sanırım. Gösteri başına ortalama 100 euro’luk bir bütçe yapmak gerekir diye
düşünüyorum.
Salzburg çevresi de göller bölgesi ile unutulmaz
güzellikleri yaşadığınız güzellikler ile dolu. Göllerin kenarındaki ufak
kasabalar dar sokakları birbirinin üzerine yaslanmış gibi duran çok bakımlı
ahşap evleri ve de göle vurmuş karlı dağları, soğuk ama içinizi dinç tutan
havasıyla özlem duyduğum bu atmosferde kalıp her şeyi unutmayı istediğim mekânlardı.
1938’de Hitler Avusturya’yı işgal ettiğinde ona destek
verenler olmuş. Zira o bölgelerde çelik ve silah sanayisine ve alt yapıya yönelik yatırımlar yapılmış. Belki de
Avusturyalıların Avusturya doğumlu Hitler’e kanı çekmiş olmalı. Sonradan
öğrenmişler akla karayı.
Salzburg’un Mozart çikolatası turistik olara çok ünlü. Ama
Fürst diye bir marka 1864’den beri pasta ve çikolataları ile ünlü. Fürst’ün
şehir içinde 3 ayrı mekânı var.
Cafe Tomacelli de
orijinal yerinde değilmiş ama şehrin en çok ziyaret edilen kafelerinden biri. Ama “apple strudel” yiyemedik, zamanı değilmiş. Önce buna inanmıştık
ama bir başka yerde bulunca Tomacelli’nin sınıfta kaldığını düşündük. Üst katında
Mozart’ın ablası bir süre oturmuş. Bir de Shatz Cafe var pastaları çok güzel. Salzburg
adresi Mozarta göre verilen bir kent. Doğduğu ev, ablasının evi, babasının ders
verdiği yer, ablasının evi… Baba Leopold
keman eğitimi kitabı yazmış ünlü bir müzisyen.
Şehirde her turistin uğradığı cd satan bir dükkan var,
Katholnigg. Sahibi bayan Türkiye’ye
gelmiş ve çok sevdiğimiz bir rehber arkadaşımıza misafir olmuş. Bize de o
rehberi(İlknur Akmen) tanıyıp
tanımadığımızı sordu. Bize çok yardımcı oldu ama hesabı şaşırıp ödediğimiz bir
cd’nin parasını ikinci defa almak istedi. Yanlış yaptığını anlayınca çok utandı
kerelerce özürler diledi. Bize bir lokanta tavsiye etti, orada randevu almak
için uğraştı. Özrünün bir karşılığı olarak çikolata ikram etti.
Şehrin içinde fayton keyfi de yapmak mümkün. Şehrin heykellerle süslü meydanları, nehir
boyunca yürüyüş alanları insanı inanılmaz bir sükunet veriyor. Kargaşadan çıkıp
geldiğimiz için mi bize öyle geldi
bilmiyorum.
Salzburg’un çevresinde yaptığımız gezide H.V. Karajan’ın
mezarının bulunduğu Anif kasabasından da geçtik. Karajan, Avusturya doğumlu bir
şef ama onu herkes Berlin Filarmoni ile hatırlıyor. Şef iki kızından birini Berlin diğerini
Viyana’da vaftiz ettirerek denge kurmak istemiş. Karajan’ın büyük aşkı, üçüncü eşi şimdi Anif’te yaşıyormuş.
Biz gececi olmadığımız için Otel Sacher’deki geceleri tadamadık.
Meğerse sanatçılar özellikle Branboim oraya gelirmiş. Grubumuzdan gidenler oldu
ama Branboim gelmemiş. Bazıları Fazıl Say ile bir araya gelmiş. Konser sonrası
cd, bilet imzalatanlar uzun kuyruklar oluştu. Fazıl Say da sabırla herkesi mutlu
etti. Serhan Bali’nin benim de içinde bulunduğum anda fotoğraf yerine video
çektiğini öğrenince bir fırsatını bulup eşimi Fazıl Say’la fotoğrafladım. Bu
arada İpek Halıya Ters Binen Kedi’den bahsettik. 4 Şubatta galası varmış. Fazıl
Say dan haberi aldım. Davet etti sağ olsun.
Dönüş yolculuğunda THY kontuarında check-in işlemlerini
yapan hanım, eşim ile bana aynı koltuk numarasını verdi. Dikkatli olup fark etmesek
uçakta sorun yaşayacaktık ya da aynı koltukta kucak kucağa oturacaktık. Allahtan önceden baktım.
Çilemiz İstanbulda da bitmedi. “TGS-Törkiş Ground Sörvisiiz“
bagajlarımızı, uçak yere indikten 2 saat
sonra getirebildi. Bu arada telsiz konuşmalarında “ Sezai” ismini çok duyduk. Bari isminizde “Törkiş” olmasa ya.. Madem
beceremiyorsunuz.
Bu tesadüflere bakınca Türkiye’ye döner dönmez piyango
bileti aldım, amorti bile çıkmadı. Ne umurumda, ben gerçek ödülü Salzburg’da
aldım. Galiba Salzburg Festivallerinin abonesi olacağım bundan böyle.
Melih Anık
Bu güzel bilgiler için teşekkürler. Viyana ve Graz'a gittim ama Salzburg'a yolum düşmedi. Umarım fırsat bulurum. Mozart Bach'tan sonra müzik listemde ikinci sırada yer aldığı için bunu yapmam gerekiyor sanırım.
YanıtlaSilBu arada yorumlarınızı müzikte amatörüm diyerek küçümsemeyin, bence son derece doyurucuydu.