İbsen ve Modernleşme Üzerine (Derleme)
Aşağıdaki
bölümler
“HENRIK IBSEN’İN MODERNİZMİ” (Erinç ÖZDEMİR- Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 49, 1 (2009) 119-143) isimli makaleden
derlenmiştir.
Modern
tiyatronun öncüsü olan Norveçli yazar Henrik Ibsen’in tiyatro sanatında devrim
yarattığı kabul edilir. Kimi doğalcı-gerçekçi, kimi simgeci, kimi
simgeci-gerçekçi olarak yorumlanmıştır.
Moi,
romantizmi içine alan idealizm ve gerçekçiliğin de yeterli bir tanım olmadığını
bu nedenle İbsen’in modernist olarak
nitelendirilmesi gerektiğini savunur. Moi, modernizmin idealizmin karşıtı olduğunu savlar. Modernizm
idealizme karşıt olarak gelişmiştir. İdealizmin temel özelliği estetik,
etik ve dini aynı potada eritmesidir.
Bunun sonucunda idealizmde güzellik, gerçeklik ve iyilik kavramları içiçe
geçmiştir. Bu üç ülküyü sürekli ve en yüce biçimde kendinde barındıran tek
varlık Tanrı olduğundan, Tanrı
idealizmin doruğundaki gerçeklikti.
Ibsen’in
simgeci olarak nitelendirilen son sekiz oyunundaki estetik ve etik değerlere
ilişkin belirsizlikler, belirsizliğin temel bir yazınsal öğe olarak öne çıkması
modernist özelliklerdir.Modernist, yazın insanın öznel varlığının salt
bilinçten oluşmadığını, insan yaşamında biliçdışının/bilinçaltının oynadığı
büyük rolü keşfetmiştir. Ibsen’in sanatının en büyük yeniliği, ve kanımca en
önemli modernist özelliği, içsellik ve öznelliği tiyatroya sokmuş olması, ve
bunu yalnızca bilincin değil, bilinçaltının da derinliklerine inerek başarmış
olmasıdır.Ibsen’in çağdaş oyunlarını
yazdığı dönemde Freud ve Jung’un bilinçaltı kuramları henüz yazılıp
yayımlanmamıştı, ancak son sekiz oyununda bilinçaltı olgusunun çeşitli
yöntemlerle karakter çizimi, diyalog ve olay örgüsüne yansıdığını görürüz.
Ibsen’in
tiyatrosuyla ortak özelliği olan “geriye bakış” tekniğinin işlevi büyüktür.
Ibsen’in oyunlarında kişilerin kendi geçmişlerini ya da konuştukları kişinin
geçmişini irdelemesi tiyatroya yoğun bir
sanatsallık ve içsellik kazandırmıştır
Modernizmin
birincil biçimsel ölçütü olan, yapıtın sanatsallığının öne çıkarılması tiyatro
türünde “metatiyatrosallık” olarak adlandırılır.
Modernizm,
18. yüzyılda egemen olan insancı akılcılığa, akıl yoluyla insanın
yetkinleşebileceğine değgin Aydınlanma inancına bir tepki olarak gelişmiştir
Modern
tiyatronun kaynağını Ibsen’de saptayan bu eleştirmenler, modernist tiyatronun
belirleyici öğesinin metatiyatrosallık olduğunu söylerler.Metatiyatrosallık,
izlenen “gerçekliğin” oyun olduğuna, gerçek yaşamın da tiyatroya benzediğine
dikkat çeken öğelerin toplamıdır.
Ibsen’in
tartışma konusu ettiği sorunların başında kadının toplumsal konum, kimlik ve
varoluşunu belirleyen eşitsizlik gelir. Çünkü kadınlar, yani insanlığın yarısı
aydınlanma ve kapitalist liberalizmin erkeğe sunduğu hak ve özgürlüklerden
yoksundu.
Ibsen’in
başlıca biçimsel yeniliği olan diyaloğa getirdiği incelik ve derinlikse
içselliğin, öznelliğin işlenmesinin zorunlu koşuludur.
Sartre’a
göre insan hiçbir zaman “kendi” değildir, olamaz; kendi olmak bir nesne gibi
sabit olmak, gelişmemek, gelişme gizilgücü bulunmamaktır. Özgürlük insanı var
olmak yerine kendini yaratmaya zorlayan hiçliktir. “İnsan gerçekliği için var
olmak kendini seçmektir”.
Nora’da
kullanılan Tarantella dansı bu dönüşümün bedensel “eğretileme”si, esrikleşen
kadın bedeni ise bastırılmış özgürlük—erkeğe eşit bir birey olma—dürtüsünün
bilinçdışı anlatımıdır. Aynı zamanda tarantella bilinçdışını akıldışı
büyüsellikle buluşturan mitik bir simgedir: “Dünya mitolojilerinde tarantella,
sonrasında kadınların erkek gibi davrandığı bir danstır.
Bilinçaltıyla
bilincinin çatışmasının sancılı tiyatrolaştırılmasını Nora’nın aşırı endişeli
davranışlarında, canına kıymayı düşünmesinde, “takıntılı” yinelemelerinde,
kendinden geçercesine dans edişinde buluruz.
Mary
Wollstonecraft’ın A Vindication of the Rights of Woman (Kadın Haklarının
Savunusu) (1792) adlı kitabında ele aldığı, toplumsal hastalıktır: Kadınların
güdük bırakılarak nesneleştirilmesi, bu yolla boyunduruk altında tutulması.
Bunun sonucunda erkekler de gelişip uygarlaşamaz, çocuk-kadınların yetiştirdiği
çocuklar da.Toplum çoğunlukla sağlıklı, gelişkin, bağımsız bireylerden
oluşmadığı sürece adil ve sağlam bir düzene kavuşamaz. Nora erkeğe eşit bir
kadın olmaya çabalaması gerektiğini anlamıştır; Hedda’ysa erkek gibi değil,
erkek olmak ister.
Hedda,
Tesman’la evli olduğu halde oyunun başlığındaki soyadı babasınınkidir; öteki
oyun kişileri de ona “Hedda Gabler” diye seslenir. Erkek gibi güçlü, özgürce
yaşayamadığı için kendine erkekçe, general babasına yakışır yiğitlikte bir son
sahneler: Oyunun sonunda kendini şakağından vurur. Tabanca sesini duyan Yargıç
Brack’ın “Kimse yapmaz böyle bir şey!” demesi, bize Hedda’nın intiharının
tiyatro sahnesi gibi düzenlenmiş olduğunu (metatiyatrosal olduğunu) düşündürür.
Hedda yaşamının dayanılmaz boşluğundan ve kıstırılmışlık duygusundan ancak
ölümünü, kendi deyişiyle, “güzelce” kurgulayarak kurtulabilmiş, ölüm anındaki
eril aşkınlık duygusu ona paradoksal olarak güç kazandırmıştır.
Hedda
güzelliği güçle, ölümle, “hastalıklı” dürtülerle bağdaştırır. Nietzschevari bir
güç peşindedir.
Oyunun
sonunda da Lövborg’a yaptıramadığını kendi yaparak hem yaşamdaki hem oyundaki
“son sahne”sini kanımca dekadan estetiğe göre oynamış olarakdünyadan/sahneden
ayrılır.
Baudelaire
ve Nietzsche’nin temsil ettiği dekadanlık karamsarlığı ve ruhsal, ussal olarak
hastalıklı, sapkın olanı yüceltir, estetize eder. Baudelaire,Mon Coeur Mis a Nu
adlı kitabında “İsterimi coşku ve dehşetle yeşerttim”der.
Bir
canlı her şeyden çok gücünü göstermek ister [yaşamda kalmak değil]—yaşam güce
yöneltilen istençtir…nefret, haset, hırs ve hükmetme arzusu yaşamı yaşam yapan
duygulardır…dolayısıyla yaşam yoğunlaştırılacaksa bu duygular da
yoğunlaştırılmalıdır”
Hedda
“Yaşamımda bir kez olsun bir insanın yazgısına hükmetmek istiyorum” der.
Nietzsche’nin ve Baudelaire’in ahlakdışı yaşam ve yaratıcılık anlayışından yola
çıkıldığında Hedda’nın güç tutkusu, kötülük ve yıkıcılığı idealizmi değil,
dekadanlığa dönüşmüş bir romantizmi çağrıştırır
Hedda
Gabler’de kahramanın eylem ve sözlerinde hiçbir ahlaksal gönderme yoktur.
Hedda’nın oyun boyunca sergilediği aşırı gergin, hırçın, saldırgan davranışlar
sinirceli bir ruhsal durumu gösterir.
Üst tabakadan gelen Hedda’nın Tesman gibi iyi
yürekli, saf, ancak sıradan ve sönük bir kentsoylu koca, vasat bir akademisyen
adayıyla evlilik hapishanesine düşmüş olması, üstüne üstlük cinsellikten ve
anne olma düşüncesinden nefret etmesine karşın salt güvence ve toplumsal konum
için evlendiği bu adamdan gebe olması, toplumsal normlara görünürde fazlasıyla
uyan Hedda’nın içindeki kötücül ve yıkıcı dürtüleri devinime geçirir
Hedda’yı
köşeye sıkıştırması, onu ölme özgürlüğünü kullanarak kendi hiçliğinden
kurtulmaya iter. Hedda’nın piyanoda “esrik bir dans ezgisi” çaldıktan sonra
kendini vurması, Nora’yla arasındaki kriz anı benzerliğini vurgular. Bu
benzerlik de onların esrimeden sonraki eyleminin karşıtlığını belirginleştirir.
Hedda, Nora gibi bedensel-toplumsal belirlenmişliği aşmaya çalışıp, zorlu ve
belirsiz bir varoluş yoluna girme korkusuzluğunu gösteremediği için kendini yok
eder. Hedda’nın başa çıkamadığı varoluş gerçeği kadın bedeninde, dolayısıyla
kadınlık rol ve kimliğinde hapsedilmiş olmasıdır.
Ibsen’in
çağdaşı Danimarkalı düşünür Kierkegaard’a göre “sonlu varlığı ile sonsuz
varlığı arasında sıkışan insan kendi olma sürecini umutsuzluk içinde
yaşar” Bu açıdan Hedda, Kierkegaard’ın
“ölümcül hastalık” olarak adlandırdığı bu umutsuzluktan kurtulabilmek için
yaşamına son verir. Ancak bireyselliğini geliştirmek için hiç çaba harcamamış,
Kierkegaard’ın gelişmenin koşulu olarak gördüğü umutsuzluğu aşmaya çalışmak
yerine ona yenik düşmüştür. Sartre’ın varoluşçuluğu açısından, Hedda böylece
varoluşunun mutlak sorumluluğundan kaçmıştır. Sartre bu tür kaçışı haklı
görebilmek için insanın kendi kendini kandırmasını “kötü inanç” olarak
nitelendirir.
Thea
sevmediği kocasını bırakıp başka bir erkeğin kendine üstünlük ve aşkınlık
sağlayan bilimsel uğraşına ortak olabilen, bunu insanların ne diyeceğini hiç
umursamadan yapabilen bir kadındır. Hedda ise hem aşırı güçlü bir benlik
duygusuna ve gurura sahip olduğundan hem de üst tabakadan geldiği için çalışmak
nedir bilmediğinden, Thea’nın girdiği erkeğin yardımcısı, “esin perisi”
konumunu kendine yediremez. Dahası kendini “sıkıntı” denen varoluş boşluğuna,
bunalımına bırakmıştır. Sartre’ın “kötü inanç” dediği kendi kendini kandırma
durumundadır:
Thea’nın başarısı, yaşamını anlamlı kılmak
için günlük yaşamını doldurabilmesinde, vericiliği sayesinde tinsel olarak
ödüllenmesinde yatar. Thea, Darwin’in güçlü olanın, değişen koşullara uyum
sağlayabilenin hayatta kalması tezini örneklercesine, biyolojik ve ruhsal
olarak ayakta kalır. çünkü birine yararlı olmadan yaşayamaz.
Hedda’nın
sınıf ve toplumsal cinsiyet kalıplarında sıkışıp kalmışlığı, özgür ruhunun bu
sıkışmışlığa katlanamaması öne çıkar.
Yıllar
önce babasının evinde Lövborg’a cinsel maceralarını anlattırarak onunla garip
bir yakınlık kurmuştur. Lövborg ona cinsel olarak yaklaşmaya çalışınca da
babasının tabancasıyla onu vurmaya kalkışmıştır.
Nietzsche,
dekadanlığı ruhsal/düşünsel sağlığa karşıt ve yaratıcılığı besleyen bir özellik
olarak tanımlar. Bunun yazınsal kaynağında da “romantik karamsarlık” kavramını
buluruz, çünkü bununla ilgili ilk yazılarında Nietzsche dekadanlık yerine
romantik karamsarlık terimini kullanmıştır. Dekadanlık hem yüzyıl sonunda
topluma atfedilen çürümeye hem de bu çürüme düşüncesinden kaynaklanan sanat
anlayışına verilen addır. Çürüme kavramı, karamsarlık ve nihilizmle kardeştir.
Dekadan
modernizmin ve genel olarak modernizmin ana izleği olan insanın yalnızlığının
ve yabancılaşmasının kaynağında, aydınlanmanın ve modernleşmenin etkisiyle
dinsel kör inanç ve dayatmalardan arınmış toplumsal, bireysel ve kültürel
yaşamda mutlak değerlerin de yok oluşu vardır.
Kahramanlarını
yıkıma sürüklese de, Ibsen’in öznellik ve bireyselliğe verdiği büyük değer, bir
bakıma, onun modernizmini besleyen en önemli kaynaklardan biri olan romantik
içsellik ve aşkınlık ülküsünü karmaşık ve karamsar bir kültürel ortamda,
bireyin içkin kısıtlılığına ve toplumsal kısıtlanmışlığına karşın yaşatma
çabasının ürünüdür.
Yalnızca
modern değil, modernist tiyatronun da ilk ürünlerini vermiş olan Ibsen’in
düzyazı oyunları, özellikle Oyuncak Bebek Evi ve Hedda Gabler, eleştirmenlerce
modernist tiyatronun başlıca öğeleri olarak belirlenen metatiyatrosallık ve
“modernlik” (“modernity”)’e ilişkin toplumsal ve bireysel sorunsalları işleyen
izlekler çerçevesinde irdelenir.
Aşağıdaki
bölümler, “Modernleşmenin Zihniyet Dünyası Bir Tanpınar Fetişizmi”(Besim F.
Dellaloğlu - Kapı Yayınları) isimli kitaptan derlenmiştir.
“Modernizm modern estetik avangarddır öncelikle. Modernizm modern uygarlığın eleştirisidir. Modernizm modernliğe isyan etmektir.Modernizmin ethos’u isyankardır. Modernizm modernliği ne sever ne de tam anlamıyla terk eder. Modernizm ile modernlik arasında Adorno’nun terimleriyle hem bir içkinlik hem de bir aşkınlık ilişkisi vardır. İçkinlik boyutuyla modernizm mekansal ve zamansal olarak modernliğin içinden çıkmış bir şeydir. Değerler anlamnda onu beğenmez ve aşmak ister. Modrnleşme ise modernliğin ve kendisinin modern olmadığının bilincine varma durumu. Modernleşme bu nedenle büyük ölçüde bir taklit etme süresi başlangıçta.ve bir gecikmişlik paniği. Onlar beş yüz yılda yaptı biz elli yılda yapmak zorundayız. Her modernleşme aslında bir kültürel hazımsızlık sürecidir. Modernleşme aslında modern olanı model almaktır. Bu anlamda modernleşme zamansal anlamda geriden gelmektir. Modernlik modernleşmenin modelidir. Modernist olmak modern ile hesap görme biçimidir.
Modernlik
bir süreçtir modernleşme daha çok bir projedir.Modernleşme bir siyasal
süreçtir.
Modernlik
ancak yerli kültürel kimlikler ve toplumsal dokular üzerinde üretilebilir.(Nilüfer
Göle) Modern olmak hem muhafazakarlığı içerir hem de ilericiliği. Modernleşme
“table d’hote” modernlik a la carte”tır.
Modern
bilinç şimdinin farkında olmaktır. İşin doğrusu “Festina lante!” Yani yavaş
yavaş acele etmektir. Tanpınar modernleşme toplumunda modernlik yaratmaya
çalışan bir modernistir.“
Aşağıdaki bölümler SYDNEY THEATRE COMPANY Hedda Gabler by Henrik Ibsen Adapted for the Sydney Theatre Company by Andrew Upton Teacher's Resource Kit written and compiled by Jeffrey Dawson August 2004 isimli çalışmadan derlenmiştir.
"Anyone who wishes to understand me fully must know Norway. The spectacular but severe landscape which people have around them in the north, and the lonely shut-off life - the houses often lie miles from each other - force them not to bother about other people, but only their own concerns, so that they become reflective and serious, they brood and doubt and often despair. In Norway every second man is a philosopher. And those dark winters, with the thick mists outside - ah, they long for the sun!" Ibsen
“The
nineteenth century studies of the subject have an inherent prejudice in favour
of bloody suicide, such as shooting or throatslitting, as it was seen as braver
and more manly.”
“This
material comes out of the central pivotal issue of what binds and yet destroys
Hedda and Lovborg. It relates to the Platonic/ Romantic notions of heavenly
perfection which are sullied by earthly manifestation, and the concomitant need
for an authentic life (like Hedda's father) instead of the mediated one (like
Tesman).” Tom Wright.
“Hedda
Tesman – Jorgen’s wife; the willful, “steadfast” daughter of an old world
General, a fierce free spirit terrified of scandal and gossip, an exhibitionist
who can’t bear to be seen, a terrible knot of contradictions and complications;
vengeful and cowardly, bored and manipulative. In 1890, Henrik Ibsen premiered
Hedda Gabler, a play questioning the role of women in Victorian society. Some
audiences have viewed Gabler as a woman driven to desperation simply because
her world has turned out to be less charmed than she hoped. For others, she is
a victim of her times, unwilling to devote herself, as was expected of her, to
the duties of home. Andrew Upton has brushed away the cobwebs, and he serves as
an ambassador from Ibsen's age to our own, preserving the intensity of the
original but translating it into a spare, contemporary idiom. His adaptation
provides an opportunity to understand the play through a lens shaped by
feminism and a theatrical tradition beginning with Beckett. Trapped by the
conventions of her age, Gabler is both a martyr and a female incarnation of
Vladimir and Estragon, longing for a salvation that will likely never arrive.”
Derleyen:
Melih Anık
Yorumlar
Yorum Gönder