Galata Perform Görünürlük Projesi 8
“GalataPerform ( http://www.galataperform.com)
tarafından yedi yıldır düzenlenen "Görünürlük Projesi" bu sene 3-10-17 ve
24 Kasım'da gerçekleşiyor! "Görünürlük Projesi 8" Galata'nın güncel
kültürel dokusuna dair bir hikâye kurgulamayı; mahalle esnafı ve halkı ile
sanatçıları bir araya getiren kamusal alan performansları üretmeyi hedefliyor.
Bu yıl "Kamusal Sanat / Katılımcı Sanat" kavramlarına odaklanan
projenin sanat yönetmenliğini Şule Ateş üstleniyor.” (http://gorunurluk.blogspot.com/
)
Ben 3 Kasım programında “görünür oldum”. Öyle diyorum çünkü “Görünürlük”
projesi görmeyi, göstermeyi ve de görünür olmayı hedeflerken bu arada
takipçilerini de görünür kılıyor.
“Görünen mi dediniz,
olan deyiniz sayın bayan, görünen yok benim için olan var. Giydiğim
karalar, tuttuğum matem değil benim gerçek halimi anlatan! Bütün bunlar
taklide elverişli hallerdir. Hiç biri anlatamaz benim içimdekini! ” Bu
satırları ezberimden yazıyorum Orhan Burian tercümesi ile.. Aklımdan çıkmamış,
kulaklarımda ilk seyrettiğim Hamlet, Kerim Afşar’ın sesi. Hamlet’te “görünme”
ile birlikte taklit, hayâl ve gerçekten
bahsedildiğini anlıyoruz. Hamlet “görünme”nin taklit olduğunu söylüyor.
Babasının hayâleti de bir görüntü zaten. Oyunun yazıldığı yüzyılda daha “karmaşık”
değerlendirmeler henüz yok, “sanal” yok meselâ. Zamanla yeni felsefeler yeni
hayatlar yeni karşı çıkışlar ortaya çıkıyor. İş daha da karmaşık hale geliyor.
Görünürlük, görünmenin hallerinden biri. Sanat olarak iddia
ve kabul edilebilecek performanslardan oluşuyor. Ancak iddiadan bahsettiğimizde yapılan her
şeyin sanat olabilme olasılığından bahsediyoruz demektir. Bu noktada da yapılanın,
sanat olmak için bir önerme olabileceğini de düşünmek gerekir.
MOMA’da seyrettiğim Francis Alÿs video kayıtlarında beni
etkileyen, özellikle sokak yürüyüşü performanslarından yansıyan en önemli
özellik, dayandığı felsefenin derinliği ama görünüşteki basitlik(sadelik) idi,
bir direğin etrafında koyunların peşinden yürümek ya da bir büyük buz kütlesini
eriyene kadar sokaklarda itmek gibi.
Görünürlük’de takip ettiğim performanslardan ilki Aydın Teker’in
Taksim Metro kapısından Galata Kulesi önüne kadar yaptığı yarım saatlik yürüyüş
oldu. Aydın Teker, yüzünde duyguyu sabitlemiş beyaz bir maske, bir saksı çiçeğini
kucaklamış, rahat adımlarla zaman zaman bazı noktalarda durarak yürüdü. Ben belli
bir mesafe bırakarak kimi zaman arkasında kimi zaman yan tarafında idim. Onu
görmek yerine çevreyi gözlemeyi tercih ettim. Arkasında kaldığım zaman dışarıdan
bakan için “görünür” hale geldiğimi fark ettim. Aydın Teker’in yürüyüşünü
yönlendiren, fotoğraflayan, filmleyenler de hem kendileri görünür oluyor hem de
Aydın Teker’in görünürlüğünü belirginleştiriyordu. Aydın Teker önünde durduğu
noktalarda orayı görünür kılıyordu, onlara dikkat çekiyordu. O yürüyüşümde çevreyi gözlemlerken ben de
projenin bir parçası, görünür oldum sanki. Aydın Teker’e doğru yürüyenler
arasında başı türbanlı çok şişman bir hanımın cart pempe renklerdeki güllü
dallı tüniğini; Muhteşem Yüzyıl’dan
çıkma, çakma giysileri içinde ve yanında odalığı(?) ile duran bir Osmanlı Pâşâ’sını;
boyu, kavuğu ve kaftanı nedeniyle fark edilmemesi mümkün olmayacak ama ne
olduğu belli olmayan bir Osmanlı karakterini; kan ter içinde bir yere montaja
götürdüğü termosifonu taşıyan sıhhi tesisat ustasını; kulağına dayadığı
telefonu Kuzey gibi tek parmağı ile tutan bu arada yüzük parmağındaki kaldırım
taşı büyüklüğündeki taşlı yüzüğü teşhir eden ve bağırarak konuşan bir magandayı;
“savaşa hayır, çocuk işçiliğe hayır” diyen
yüzlerine barış işareti boyamış gençleri; Hindistan’dan alındığı besbelli
üzerinde kocaman motifler olan bir eteğin sardığı kalçayı; değneğini vura vura
elindeki sakızlara müşteri ve acınma arayan bir körü; son zamanlarda
şefkatimizin göstergesi olan direğe bağlanmış mavi kapak toplama kovasını;
doğranmış hıyarları dörde bölüp tuza daldırdığı bıçakla tuzlayan hıyar
satıcısını gördüm. Biz önünden geçerken duyulmak için arşesini daha kuvvetle
çeken bir kemancının acıklı bir şarkıyı parlatışını; hint kanunu, aborjin
borusu, pan flütün bilmeden görünürlüğe eşlik edişlerini; her cumartesi
Galatasaray Meydanı’nı korumayı görev edinmiş polis memurlarının atama sohbetini;
yanımdan geçen bir kadının Aydın Teker’e bakarak “kafayı yemiş” dediğini duydum. Ama zaman zaman yanlarından dinazor geçse görmez bunlar dediğim oldu, ne yalan söyleyeyim.
Bu arada yürüdüğüm yolda görünmeyen çukurlara, yerinden oynamış taşlara bastığımda fışkıran görünmeyen pis suya dikkat edeyim
derken kaçırdıklarım olmuştur tabii.
Yürüyüş, Aydın Teker’in maskeli yüzüne benzeyen resimli
afişlerin asıldığı bir kapıda sona erdi. Aydın Teker’in “kendine ait” o kapının
arkasında kayboluşuna bakakaldık.
İkinci gösteri Caravansarai’ın yerleşik olduğu Tan Han’ın
birinci katındaki sirk gösterisi oldu. O apartmanın tam karşısında kaldırıma tünedik
ve açık camlardan zar zor duyduğumuz bir müzik eşliğinde üç kadının sirk gösterisini
seyrettik. Bana ilginç gelen sokaktaki esnafın, gösteriyi birbirleriyle
şakalaşarak seyretmesi oldu. Adı çağrıldığında 32 dişini göstererek gülen ama
başını çevirmeden gösteriyi izleyen tornacı Murat; kendisine seslenişi
duymayacak kadar gösteriye kaptırmış demirci çırağı Yusuf; şemsiyeli gösteriyi
seyrederken “şemsiyeli manita” diyen vidacı Hasan’ın kelimelerine gizlenmiş samimiyet;
o sırada sokaktan geçerken, başlarını kaldırmış birisine bakanları görüp neye
bakıldığını bilmeden “Dur atlama!” diye bağıran yoldan geçen; “ayıp yapma öyle
şey” diyen yanındaki; elbise askısını ayağında çevirirken “sirkçi” kıza “oooo”
nidalarıyla eşlik eden mahalle esnafı “göründü”
gözüme. Biz nasıl göründük?
İşin en ilginç kısmı ise “sirkçi kız” Anne Weshinskey’in
önümüze düşüp bize sirk malzemelerini satın aldığı Perşembe Pazarı’ndaki esnafı
tanıtması idi. Birkaç yerde durduk, Anne o dükkânlardan samimi bir “hoş geldin”
aldı, bize Şükrü’yü, Burak’ı , Murat’ı,
Arto’yu tanıttı. Yürüyüş başında herkese
dağıttığı metal kilit halkasına takılmak üzere her
bir dükkanı sembolize eden küçük hediyeler verdi. Her bir durak bir başka dünyaydı. Bu arada
Anne, bize BİZİM Fatih Bedesteni’ni, BİZİM Kurşunlu Hanı, önünden geçerken
görmediğimiz, umursamadığımız kuytu ve karanlık köşeleri de gösterdi. Görünmeyen dükkânlardan görünmeyen etnik, “îtîkâdî” farklar göründü
birden. Biz bize görünen, akan samimiyeti
topladık sanki. Ama bence en önemlisi EN ÖNEMLİSİ, şehrin geceleri çok “karanlık”
olan bir sokağındaki bir apartmanda mekân
tutmuş bir “yabancı”nın çevresi ile kurduğu dostluk, onlara yaptığı işi götürmesi, onları yaptığı işe getirmesi; güzel
bir kadın olarak erkekler dünyasında bir “arkadaş” olabilmesindeki ve de
yaptığı işle var olabilmesindeki sihri görebilmekti.
Sanatın görünürlüğü önce çevresini
görmekle başlar unutmayın! Önce siz göreceksiniz sonra onlar sizi görecek! Anne’in
bize verdiği görünürlük dersi bu!
Üçüncü gösteri Aslı Bostancı’nın İngilizcesi “Singing
Stories on Speaking Mountain” olan “Singing Stories on Speaking Mountain”
isimli performansı idi. Bunu broşürden aynen aldım bana sormayın. Zaten gösteri
de İngilizce idi. Broşürde “kolektif
bilincimizde yer etmiş popüler mitlerden ya da daha az bilinen mitlerden yola
çıkarak yazdığı ve bestelediği şarkıların hikâyelerinden öte dünya
karakterlerinin rol aldığı bir performans kurguluyor” yazıyordu. Aslı
Bostancı on bölümlük bir gösteri yaptı. Çift sayılı olan bölümlerde gitar ve
bateri eşliğinde İngilizce şarkı söyledi. Gösterinde toplama video görüntüler
kullandı. Müziğin volümü onun ne dediğinin anlaşılmasını önledi. Ya da ben hiçbir
şey anlayamadım. Anlayamadığım bir şey üzerine de bir yorum yapmam mümkün
değil. Kapı girişinde dağıtılan küçücük program kitapçığı bana Küçük Prens’i
hatırlattı. Belki de ben “mit”lere ve de “öte dünya karakterlerine” yabancı
kaldım. Böyle bir tecrübeyi yaşadığım için şikâyetçi miyim? Hayır!
Günün son gösterisi Kölemen Çıkmazı’ndaki Çıkmaz Sokak oyunu
idi. Çıkmazın çıkmazlığı dolayısıyla görüntünün kısıtlı olduğu bir ortamda seyircilerin
pek çoğu ne olduğunu anlamamışlardır. Biz de öyle bir durumda kalacaktık ki
Prof.Oya Başak’a gösterilen itibarın peşine takılıp öne doğru sızdık. Prof.Oya Başak
benim ilk yönetmenlerimden, eşimin de üniversiteden hocası. Renkli entelektüel
kişiliği ve insanlığı ile hayatımızda iz bırakmış bir hoca, Prof.Oya Başak.
Enerjisine yeniden tanık olmak ve dokunmak bize çok iyi geldi. Hedda Gabler’den çıkmış gelmiş. İbsen’i , “İbsen”
diye anılan bir hocadan öğrenmiş bir edebiyat ve tiyatro uzmanı. Hedda’ya
bayılmış. Bir uzmanla aynı görüşte olmak bana da çok iyi geldi. O enerji ile
Çıkmaz Sokak’ı seyrettim. İsmi biraz tuhaf bir kumpanya sahnelemiş oyunu, Dingo’nun
Ahırı. (http://www.stalvandingo.nl/ )
Yönetmeni Ilgın Abeln Hollanda’da doğmuş büyümüş ama Türkçeyi gayet düzgün
konuşan bir tiyatrocu. Çıkmaz sokakta Çıkmaz Sokak’ı sahnelerken oranın sâkinleriyle
yakın ilişki kurmayı becermiş. Bu bile büyük bir başarı. “Çıkmaz Sokak, Galata sokaklarının kaotik, trajik, yer yer komik ve
gerçeküstü ama tamamen İstanbul’u anlatan hikâyelerinden oluşmakta. Bu
performansta hayatın getirilerinde kaybolmak, yalnızlık ayakta kalmak, yolunu
bulmaya çalışmak ve devam etmek üzerine inşa edilmiş canlı bir sokak
edebiyatına tanıklık edeceksiniz” şeklinde anlatılmış oyun/performans. Ben
çok başarılı buldum. Mekân kullanımı ve oyunculuk çok başarılı. Bir gece oynanması
yazık. Kölemen Sokağı da mükemmel bir atmosferle katkıda bulunuyor oyuna. Oyundaki tüm oyuncular tanıdıktı ama geçen sezon oynadıkları oyun(Masanın Altında) üzerine
yazdığım yazıdan sonra yüzüme bakmazlar diyordum ki Salih Usta beni mekândan
ayrılırken yakaladı. Ekip Kast(Kadıköy Sanat Tiyatrosu’n)dan Gizem Pilavcı, Fatoş Özyer, Mehmet Erbil ve Salih Usta.. Onları bu oyunda çok başarılı buldum. Salih
Usta bir başka oyuncunun rolüne son 24 saatte hazırlanmış. Ilgın Abeln Türkiye’ye
dönüş yapmaya hazırlanıyormuş. Umarım onun yeni oyunlarını seyretme şansı
buluruz. Bana yeni projelerinin
müjdesini verdiler, çok sevindim.
Gün bitti. Görünürlük’ün 3 Kasım gösterilerinden Yokuş
Aşağı Emanetler’i(Kombaracı50) daha önce seyretmiştim. Görünürlüğe çok uyan bir gösteri Görmeyen kalmasın derim.Onların saatine ayrılmış zamanda soluklandım.
Yeşim Özsoy Gülan’ın Genel Sanat Yönetmenliği’nde inatla
sürdürülen “Görünürlük” Kasım ayında her cumartesi yeni bir programla devam
edecek. Bence kaçırmayın. Galata’da dolaşırken Yeşim Özsoy Gülan’ın Galata’ya
yaptığı katkıyı da aklınızdan çıkarmayın. Sanat yoksa mekânlar da BOŞ’tur.
Bu arada Proje Sanat Yönetmeni Şule Ateş’i de tebrik etsem “psikopatlığımı”
daha da ortaya koymuş mu olurum?
Melih Anık
Yorumlar
Yorum Gönder