İzmir’in Köylerini Gezerken


Çandarlı’dan bir grup insan İzmir köylerini gezmeye çıktık. İzmir civarında o kadar renkli köy var ki. Biz geziye ayırdığımız zamana sığacak bir gezi yaptık. Sona kalmasın baştan diyeyim. Köylere renk veren sanat. Köyleri sanat ile boyayan da birkaç kişi aslında. Çoğunlukla dışarıdan ama o yörelerde doğmuş kendi köylerine ışık tutma çabasında olan insanlar.  Yola çıkış amaçlarının köyün adı duyulsun da dedemden miras kalan tarla, ev vb değer kazansın olmadığını düşünüyorum.  Zira bu planlı bir hareketten bir stratejiden öte ‘güzellik olsun’ diye başlayan bir girişim. Ama gene de arsa, kira fiyatlarında artışlar olduğu gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Gelişme oldukça yeni yatırımcılar gelmiş buralara. Yerleşik halk kendilerine iyi geldikçe girişimlere katılmış.


Bu tür gelişmelerin kötü bir örneği Alaçatı. İstanbullular kişi başı en az 150 dolar aldıkları restoranlarda yerli ruhu öldürüyor.  Sanki İstanbul’u taşıyorlar oralara. Onların peşine takılan güruh da bundan memnun. Çeşme, Bodrum’un eski havası yok artık. Tepelere kadar yayılmış kişiliksiz konutlar, taklit yaşamların mekânı olan kafeler, sokaklar, limanlar, koylar, çiğlikte sınır tanımayan sosyete, yoz günler, yetmeyen alt yapı oralarda ruhlarını bırakıp kaçmaya gelmiş insanların çöplüğü olmuş. Bizim gezdiğimiz köyler henüz naif, çocuksu bir gerinmeyle  uyanış içinde.

İlk durağımız Bademler Köyü idi. Hani şu tiyatrosu ile meşhur köy. Pek çok ilde olmayan bir tiyatro canlılığı var bu köyde. Çok basit bir oyuncak müzesi var. Müze kilitli idi ama duvar dibinde oturan biri açayım bende anahtarı var derken sonradan köyün genel helasının bakıcısı olduğunu anladığımız biri  çıkıverdi ortaya ve müzeyi açtı. Bir an için müzenin anahtarının orada yaşayan köylülerin cebinde gezmesi fikir bana çok güzel geldi. Düşünsenize her yer herkesin. Ama tiyatro binası açılmayınca bu fikrimden vaz geçtim.  Eski bir köy evi müze yapılmış. Müze eşyaların toplandığı sergilendiği yer. Çok basit ama belli ki bilen biri tarafından hazırlanmış. Modern oyuncaklar çıkmadan önceki yıllara ait çerden çöpten yapılmış oyuncaklar sergileniyor. Duvarlara asılmış  fotoğraflardan antik dönemin oyuncaklarını okuyor görüyorsunuz. Arkeolog Dr.Musa Baran’ın fotoğrafları ve kitap kapaklarının fotoğrafları var. Ona ayrı bir yer verilmiş. Bize müzeyi açana tiyatroyu da görmek istediğimizi söyledik. Orada bulunan birine sen aç dedi. O da eve gideyim anahtarı alayım orada buluşalım dedi gitti. Tiyatroya gittiğimizde orada değildi. Bekledik gelmedi. Ben merkeze yürüdüm. Köye  geldiğimizde uğradığımız berber dükkanına sordum. Genel helaya bakın dedi. Bize müzeyi açan kişi orada görevli imiş o zaman anladım.  O ben gideyim bulayım dedi. Ben tiyatro kapısına gelmeden o ara yollardan ulaşmıştı tiyatroya. Anahtarı evden alayım diyen evde yokmuş. Yâni anahtarı bulamadık. Merkeze döndük. Hayır yemeği dağıtılıyordu. Biz de sıraya girdik aldık. Bir kahveye girip oturduk. Kahvenin duvarında Einstein’ın büyükçe bir posteri asılıydı. Altında çerçeveli bir fotoğraf. Buradan çıkmış bir bakan varmış fotoğrafta.  Doğrusu Çandarlı ve Dikili’den ileri bir köy Bademler.

Bademler’den ayrılıp Urla’ya çevirdik yolumuzu. Urla’ya gelen yabancı Sanat Sokağı’nı arıyor. Sanat burada da çekim alanı yaratıyor. Sanatsız kalan bir şehir çöplük gibidir bence. Sokağı yürüdük boydan boya . Bana Moskova’daki sanat sokağını hatırlattı. Ara sokaklara tâdil edilmiş dükkanlara girip çıktık. Taş evler gördük kimi yoğun bakımda kimi sağlığına kavuşturulmuş.  Kalabalıkta bu sokağın benim için çekilmez olacağını söyleyebilirim. Urla’da Devlet Tiyatroları’nın bir sahnesi var. Sahne Sanat Sokağı’nın bir ucunda.  Sahile indik. Tanju Okan şarkıları çalan nostaljik bir kafeden bahsetmişlerdi. Deniz Altı imiş. Girişindeki yapma çiçekler kadar samimiyetten uzak, ‘ham’lık zirvesi  bir kafe lokanta. Arkadaki parkta Tanju Okan heykeli ona bakıp ağlıyordur bence.  Burada Yarımada lokantasını öneririm. Tencere yemekleri, yoğurt ve sütlaç harika. Harmandalı’nı ilk kez orada duydum. İçinde didilmiş kafa, işkembe ve beyin parçaları olan bir çorba. Lezzetli.

Bademler’den geceyi geçireceğimiz Balıklıova’ya geldik. Yolda neredeyse her koyda  çağımıza uygun bir tatil köyü, sitesi gördük.  Koylar harika. Bir örnek asker gibi dizilmiş konutların olduğu siteler çirkin. Benim için bunaltıcı.

Balıklıova’da Rıdvan Apart Otel’de kaldık. Tek ve çift odalı seçenekleri var. Odalar temiz. İşleticiler çok ilgili. Apart’ın hemen önündeki sahilde lokantası var. Balıklıova henüz gerinmekte olan bir bebek gibi naif. Balıklıova’nın tarçınlı, susamlı, tahinli, kakaolu çeşitleri olan un kurabiyesi meşhur. Sabah yürüyüşü sırasında salaş bir evin önündeki erik ağacına asılı kabaklar dikkatimi çekti. Küçük bahçede oturan kişiye laf attım. ‘Ne güzel boyalı kabaklar çok dekoratif olmuş’ ‘Yeniden boyanmaları gerekiyor’ dedi ve sohbete başladık. İzmirlilermiş. Yazları geliyorlarmış. Pek çok kişiye kabaklarını hediye etmişlermiş. İstersem bana da kabak tohumu verebilirlermiş. Asılı kabakların altındaki tarhta yeni ektikleri kabakları gösterdi. Saksıda olmazmış zira çok sarıyormuş kabak. İki Türk bir araya gelince ne olur? Memleketi kurtarır. Biz de öyle yaptık.

Balıklıova’dan Ildır’a gittik. Erythrai antik kenti burada. Ildır Fatma Gül’ün Suçu Ne dizisinin çekildiği köy. Daha önce de gelmiştim ama antik kente çıkmamıştım. Bu sefer gezdim. Bize bir saat yetti.  Biraz  yüksek açılı bir tırmanmayı göze alırsanız tepeden manzara çok güzel. Bir tiyatro iki kilise göreceksiniz. Tiyatro otlar içinde ama genel yapıyı kavramak, basamakları görmek mümkün. Kiliselerden birinin bazı duvarları ayakta diğeri enkaz hâlinde.  Üzerinde koç başı olan bir adet motifli kolon fotoğraflayabildim. Genelde düzgün kesilmiş taşlar görüyorsunuz.   Antik kentin yanıbaşında enginar tarlaları var. Enginar bu bölgede çok yaygın. Tepesinde mor mor açan tüyleri ile enginarı yerinde  fotoğraflamak çok güzel bir şans. O mor tüyler arasında bana göre savaşan bazısına göre sevişen iki böceği fotoğrafladım. O iki böcek için enginarın tepesi haymana ovası. Her şey ne kadar göreceli.  Burada gelincikler bile yorgun, hareketsiz duruyor.  

Germiyan Köyü duvar resimleri ile biliniyor. Oralı bir kadın, Nuran Erden çıkarmış bu modayı. Ev sahiplerine duvarlarınızı beyaza boyayın ben gelip üzerine resim çizerim demiş. Neredeyse her sokağı çekmek istiyor insan. Sanat, köyü yeniden doğurmuş. Bir duvarda ‘Her şey çok güzel olacak’ yazılmış. O duvarın yanında dört kadına doğru ‘Kim yazdı bunu’ diye sordum. Kadınlardan biri atıldı “Deniz ile Mahir’in annesi” dedi.  Ben şaşkın bakarken o ‘Deniz ile Mahir’i biliyon dee mi?’ diye beni imtihan etti. O cevabımı beklemeden ‘Deniz Gezmiş, Mahir Çayan’ dedi. Ben gene şaşkın şaşkın bakarken o ‘Benim kızımdır bunu yazan. Bak arkandaki evde de var. Evine de yazdı’ geri döndüm. Bir evin duvarında da ‘Her şey çok güzel olacak’ yazılı idi. ‘Orası da evi.’ Kadın devam etti: ‘Biz ailecek solcuyuz. Kızım da solcu. Oğullarına Deniz ve Mahir isimlerini verdi’ dedi. O zaman jeton düştü. Kadın ‘İnşallah istanbul’u da fethedeceğiz’ dedi. Ben tereddütlü ‘İnşallah’ dedim diye bana kızdı. ‘Yok öyle pısırık inşallah demek güçlü söyle’  Germiyan’da köylü kadınlar bana ders verdi. Önce Nuran Hanım sonra Deniz ile Mahir’in anneannesi.  ‘Kadınlar, bizim kadınlarımız’ diye bağırmak geldi içimden. Germiyan’da ekşi mayalı  ekmek aradık. Bir ekmek 12 lira imiş. Görenler beğenmediklerini söyledi. Almadık. Kopaneşli peynir satan bir dükkan bulduk. Tattım bana göre değil. Kapıda oturan sakalına bakınca yaşlı, gözlerine bakınca genç bir adam yaptığı kremi tavsiye etti. Bal ve zeytinyağlı bir karışımmış. Ama içine kattığı diğer şeyleri söylemezmiş, sırmış. Hem yenir hem yüze sürülürmüş.  

Ovaköy’den geçtik. Burada durmanız gereken adres Kırmızı Galeri. ODTÜ İşletme mezunu  Arzu Pakdemir şahane bir sanat mekanı  yaratmış. Önce satış bölümün yapmış sonra da yanındaki eski binayı restore ettirip sergi mekanı haline getirmiş. Değişik atölyeler yapılıyormuş.  Sergi mekanında tiyatro oyunları oynanıyormuş. Salon 70 kişilikmiş. Bizim ziyaret ettiğimiz günün akşamı açılışı yapılacak bir serginin hazırlıkları vardı. Gene bir kadın dokunuşu.
Kuşçular’dan geçtik Yağcılar’da Urla Bağ Evi’ni gezdik.  Burada plastik sanatlar sempozyumu yapılmış bir tarihte. Sahibi stilist bir kadınmış. Gene bir kadın eli. Çok hoş bir atmosfer yaratmış. Butik otel kıvamında. Duvarlarında çeşitli resimler asılmış. Bahçesinde dalından yiyebileceğiniz kara dut ağacı var. Bir arkadaşımız dutun elde bıraktığı leke dut yaprağı ile ovularak çıkar dedi. Denedi çıkmadı. Ben de buna benzer bir şey duymuştum. Dut için mi söylenmişti hatırlayamadım. Ama kendi lekesini/izini silen yaprak güzel bir metafor.

Barbaros Köyü girişinde karşılıklı iki sanat evi var. Biri Belkıs Hanım ile Aşkın Bey’in mekanı  Mimas diğeri taştan resimler yapan Batuhan Bozkurt’un taş konağı. Taş konak eskiden ilkokulmuş. Ama bu civarlarda köy nüfusundan yeteri sayıda öğrenci çıkmadığı için öğrenciler merkezi konumdaki bir başka yerleşimdeki okula taşınıyormuş. Bozkurt’un mekanında Marko Paşa’nın bir sayısı duvara asılıydı.  Tıpkı basımdı herhalde. Beni heyecanlandırdı.  Mimas’ın ekmeği, reçelleri(portakal ve karabaş otu) çok lezzetli. Sergi salonundaki resim sergisindeki eserleri çok beğendik.  Ayrıca değişik atölyeler yapılıyormuş. Mimas bir üniversitenin güzel sanatlar bölümü ile anlaşmış. Yaz boyunca bahçesinde sergiler satış tezgahları açılacakmış. Barbaros Köyü Oyuk Festivali ile meşhur. Festival üç yıl önce Demet Küçükkayalı’nın girişimi ile başlamış. Buralarda korkuluğa oyuk derlermiş. Köyün her tarafında korkuluklar var. Çalkaması meşhur. Çeşitli otlarla yapılan bir tür tepsi böreği. Patlıcan Balığı çalkamaya benziyor. Barbaros Lokumu var. İçine ezilmiş karanfil konulan ve lokumdan biraz daha büyük boylarda kesilip pişirilmiş unlu bir kek gibi. Tadı çok hoş.   Merkezde Barbaros Köy Evi çok eski tarihi bir mekanmış. Binanın üstünde 1930 yazıyor. İki nesil bakkal olarak kullanılmış. Şimdi aynı neslin devamının işlettiği düzgün bir lokanta. İçerde bakkal döneminden kalmış dolapları görmek insana nostaljik bir duygu veriyor. Satış tezgahlarındaki kadınların el emeği göz nuru eserleri ilginç. Köyün tipik bir figürü çeşitli eşarplarda saç bantlarında kullanılmış. Gene kadınlar gene kadınlar.

Bizim gezimizi de organize eden ve rehberliğimiz yapan da bir kadın: İlhan Güngör. Grubumuzda ben, Ali Bey, şoför Hasan dışındaki gezginler kadın.

Aslına bakarsanız hayatı canlı ve yaşanılır kılan kadınlar. Bu gezide her yerde kadın eli, emeği, dili vardı. Onların yarattığı sanat her şeye rağmen bir direnişti. Ölüme direnişti. Sanat da ölüme direniş değil mi!

Melih Anık

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Atatürk ve Muhsin Ertuğrul ve de '.....çü'ler

Haldun Taner’in "Keşanlı Ali"si

Türk Tiyatrosu’nun Meseleleri